Şubat 2012 Öğretmenlik İçin Başvuru ve Atama Kılavuzu'nun bazı maddelerinin durdurulması için açtığımız dava sonuçlandı.
09.08.2012
Şubat 2012 Öğretmenlik İçin Başvuru ve Atama Kılavuzunun; 2.11. maddesinde yer alan “Öğretmen olarak atananlar, atandıkları yerde adaylık süresi dahil en az dört yıl çalıştıktan sonra yer değiştirme isteğinde bulunabileceklerdir” ibaresinin ve Kılavuzda, ‘Açıktan ve kurumlar arası yeniden atama’ ile ‘Açıktan ilk atama, kurum içi ve kurumlar arası ilk atama’ ya yer verilmemesi nedeniyle eksik düzenlemenin, öncelikle dava sonuna değin yürütmesinin durdurulmasına, daha sonra iptaline karar verilmesi istemleri ile açtığımız davada;
Danıştay İkinci Dairesinin 08.06.2012 gün ve E.2012/1316 sayılı kararıyla, Kılavuzda, ‘Açıktan ve kurumlar arası yeniden atama’ ile ‘Açıktan ilk atama, kurum içi ve kurumlar arası ilk atama’ ya yer verilmemesi nedeniyle eksik düzenlemenin yürütmesinin durdurulmasına karar verilmiş, Kılavuzun 2.11. maddesinde yer alan “Öğretmen olarak atananlar, atandıkları yerde adaylık süresi dahil en az dört yıl çalıştıktan sonra yer değiştirme isteğinde bulunabileceklerdir” ibaresi ile ilgili yürütmenin durdurulması isteğimiz ise reddedilmiştir. Kılavuzun, yürütmesinin durdurulmasını istediğimiz ve reddedilen hükümlerin de yürütmesinin durdurulması istemiyle sendikamızca Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na itiraz edilmiştir.
Danıştay İkinci Dairesinin bu kararı uyarınca, Bakanlık öğretmen ataması yaparken ‘Açıktan ve kurumlar arası yeniden atama’ ile ‘Açıktan ilk atama, kurum içi ve kurumlar arası ilk atama’ için Yönetmelikte belirlenen oranda kadro açmak zorunda kalacaktır.
Kararı görmek için tıklayınız.
18.07.2012 günü yayımlanan Öğretmenlerin İl İçi Yer Değiştirme Kılavuzu’nun iptali için dava açtık.
26.07.2012
Dava dilekçesini görmek için tıklayınız.
Basına ve Kamuoyuna
Eğitim emekçilerine yönelik şiddet olaylarına her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Ülkemizin birçok eğitim kurumunda yaşanan saldırılar hafızalarımızda bu kadar canlıyken bu yaşananları her geçen gün farklı bir kentte ve okulda görmek artık mümkün.
Yaşanan bu saldırıların arkasında hükümetin uyguladığı kamunun dönüşümü politikalarının olduğunun bilinmesini isteriz. Göreve geldiği ilk günden bu yana emekçi düşmanı tutumunu sürdüren hükümet biz kamu çalışanlarına yönelik saldırıları adeta meşrulaştırmıştır.
Bu sürecin son halkası da eğitim alanında uygulanan politikalar olmuştur. Okullar ticarethane, öğrenci ve veliler müşteri, öğretmenler hizmeti veren köleler olarak görülmekte, ortaya çıkan her olumsuz durumda hizmeti veren ile alan karşı karşıya getirilmektedir. Başta Milli Eğitim Bakanı olmak üzere yetkililerin son zamanlarda eğitimcilere yönelik söylemleri, Alo 147 hattı ile öğretmenlerin ve okul yöneticilerinin fiili baskı altına alınmaları gibi birçok husus, öğretmenleri adeta kolay hedef haline getirmiştir.
Eğitim emekçilerine yönelik saldırılar sanıldığı gibi sadece veli ve öğrencilerden gelmemektedir. Öğretmenler, ekonomik, demokratik haklarını talep ederken devletin şiddetine, okullarda kimi zaman okul müdürlerinin, kimi zaman öğrencilerin kimi zaman kantincinin, kimi zaman servisçinin, kimi zaman da velilerin saldırılarına maruz kalmaktadır.buna bir yenisi de en son olarak Toros ilköğretim okulunda yaşananlar eklenmiştir.
Okul aile birliği başkanı Sercan ÜÇDAĞ ‘ın okulun son günü olan karne gününde sınıf öğretmeni üyemiz Hülya YÜZGEÇ‘e yaşanan bir öğrenci kavgasını ayırması sebebiyle hakaret ederek saldırması, üzerine yürümesi ve“Sen de kimsin siz de öğretmen olduğunuzu mu zannediyorsunuz” gibi sözler sarf etmesi saygın bir meslek olan öğretmenliğin toplumun gözünde ne kadar da küçültülmeye çalışıldığının çarpıcı bir kanıtıdır.
Okul aile birliği başkanı Sercan ÜÇDAĞ’ın büyük bir özgüvenle öğretmenlere karşı aldığı tavır ve tutum ilk değildir ve buna yönelik saldırılar da benzer bir şekilde başka yerlerde, gerekli önlemler alınmadığı müddetçe son olmayacaktır.
Eğitim Sen olarak üyemiz Hülya YÜZGEÇ’e yönelen bu şiddeti kınıyor ve okul aile birliği başkanı Sercan ÜÇDAĞ ‘ın bu tutumunun yanına kalmamasını ve acilen gerekli adımların atılmasını istiyoruz, Bu noktada başta İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve olayın yaşandığı Toros ilköğretim okulu müdürlüğünün öğretmenlerin güvenli çalışma ortamının sağlanması konusunda harekete geçmesini istiyoruz. Bu çirkin saldırıların peşini bırakmayacağımızı ve öğretmenimize uygulanan şiddeti nefretle kınadığımızı kamuoyuna bildiririz .
Eğitim Sen Adana Şube Yürütme Kurulu adına
Kamuran KARACA
Şube Başkanı
“Kürtaj tartışması”, gündemin ilk sıralarına yerleşti. Doğrudan bedenimize ve kimliğimize yönelik bu saldırgan tutumla, bu hakaret kokan üslupla ilk kez karşılaşmıyoruz. Zira “3 çocuk, yok yetmez, 5 çocuk” doğurun diyen, fıtrattan yaratılıştan” dem vuran, “kadın-erkek eşitliğine” inanmadığını her fırsatta tekrarlayan, Bakanlığın adından “kadını” çıkarıp, “aile” Bakanlığına dönüştüren Başbakan’ı ve müzmin kadın düşmanlığını biliyoruz/tanıyoruz.
KADIN DÜŞMANI TAYYİP ERDOĞAN
Hitler’den beri aşina olduğumuz kilise-mutfak-çocuk üçgeni, buralara ithal edilmek, doğurganlığımız devletin savaşı yayma ve ucuz emek siyasetinin emrine verilmek isteniyor. Kaç çocuk doğuracağımızdan sonra, şimdi de, doğurup-doğurmama kararını, bizim yerimize vermeye, bedenimizi, hayatlarımızı zapt-u rapt altına almaya kalkıyorlar. Bu sermaye, devlet ve erkek işbirliğini, dini kılıfla sarmalama kurnazlığından da geri durmuyorlar.
Ey devlet; hükümet, başbakan, bakanlar, ilahiyatçılar… Ey erkekler; babalar, kocalar, sevgililer… Cinselliğimizden doğurganlığımızdan, bedenimizden size ne?
KÜRTAJ HAKKIMIZI TARTIŞMIYORUZ/TARTIŞTIRMIYORUZ
Söylenenlerin aksine, kürtajın yasaklanmasının veya süresinin kısaltılmasının, bizleri sağlıksız ve güvenliksiz, “merdiven altı” yöntemleri kullanmaya iteceğini, her gün 5 kadının erkekler tarafından öldürüldüğü bu topraklarda, yeni kadın cinayetlerine yol açacağını biliyoruz. Bu nedenle kürtaj hakkının, sadece bedenimizin ve doğurganlığımızın denetimiyle değil, yaşam hakkımızla da doğrudan ilintili olduğunu hatırlatıyoruz.
KÜRTAJ HAKTIR, YASAKLAMAK İSE CİNAYET!
Var olan bu hakkı, süreyi kısaltarak elimizden almaya çalışmak bir yana, bu haktan yaygın olarak yararlanmamızın önündeki tüm engellerin kaldırılması gerekir. Ücretsiz, sağlıklı, güvenli, erişilebilir kürtaj hakkı için mevcut düzenlemelerin genişletilmesini ve kürtaj süresinin pek çok ülkede olduğu gibi en az 12 haftaya çıkarılmasını istiyoruz.
ÜCRETSİZ, SAĞLIKLI, GÜVENLİ KÜRTAJ HAKKIMIZ!
Bedenimiz, doğurganlığımız, cinselliğimiz üzerinde erkeklerin de, devletin de
denetimine karşı çıkıyoruz. Kürtaja yol açan istenmeyen gebeliklerin sorumluluğunun, korunmayı reddeden, doğum kontrol yöntemlerini gündemine almayan erkekler olduğuna dikkat çekiyor ve erkekler için doğum kontrol merkezleri oluşturulsun istiyoruz.
CİNSELLİĞİMİZİ, DOĞURGANLIĞIMIZI, BEDENİMİZİ DENETLEYEMEZSİN-İZ
“Her kürtaj bir Uludere’dir” diyen Başbakan’ın aksine, kürtajın ve sezaryenin değil,
Uludere’nin cinayet olduğunu yüksek sesle tekrarlıyor, Uludere’de öldürülen
çocukları, bir özrü çok gördüğü Roboskilileri hatırlatıyoruz.
KÜRTAJ HAKTIR, ULUDERE KATLİAM
Kadınlara yönelik bu son saldırıyı da, AKP’nin kadın düşmanı politikalarının bir parçası olarak gören bizler bir araya geldik. Ancak sözümüz sadece devlete/hükümete/başbakana değil, aynı zamanda devletle el el vermiş erkek egemenliğine de, erkeklere de… Bu böyle biline…
ERKEK, DEVLET, AKP…HEPİNİZ ELİNİZİ BEDENİMİZDEN ÇEKİN
Bu coğrafyanın dört bir yanından kadınlar hep birlikte söylüyoruz, söylemeye devam edeceğiz.
BENİM BEDENİM, BENİM HAYATIM, BENİM KARARIM
KÜRTAJ HAKTIR, KARAR KADINLARIN!
Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı’nın Eğitimde Yaşanan Sorunları Çözmek Yerine Eğitim ve Bilim Emekçilerinin Emeğini Aşağılamasını Protesto Ediyoruz!
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, eğitim-öğretim yılıboyunca her fırsatta eğitim emekçilerinin emeğini küçümseyen, yanlış bilgilerle öğretmenlerin “üç ay tatil yaptığını”,“az çalışıp çok para kazandığını”, “öğretmenlerin niteliksiz olduğunu ve az derse girdiklerini” iddia etmiş, 300 bini aşkın ataması yapılmayan öğretmene “başka iş bulmalarını”tavsiye ederek bütün eğitim emekçilerini karşısına almaktan çekinmemiştir.
Bakan Dinçer, eğitim öğretim yılı boyunca gazete ve TV’lere yaptığı her açıklamada, eğitim sisteminde yıllardır yaşanan kronik sorunların sorumluluğunu, gerçeği yansıtmayan verilerle öğretmenlerin, eğitim emekçilerinin üzerine yüklemek istemiş, çoğu zaman kullandığı ifadelerle ülkenin dört bir yanında fedakarca çalışan eğitim emekçilerinin emeğini aşağılamaktan çekinmemiştir.
Eğitim emekçilerine yönelik suçlamalar sadece Milli Eğitim Bakanı’nın açıklamaları ile sınırlı kalmamıştır. Kamu emekçilerinin toplusözleşme görüşmeleri sırasında Başbakan; “Bir öğretmenin en düşük olanı 1624 lira alıyor. Haftada 15 saat karşılığı alıyor. Peki, düz bir memur ne kadar çalışıyor? 40 saat. Bir de tatili var. Yılda iki ay. Düz memurun tatili 20 gün. Bu haksızlık değil mi?” şeklindeki büyük tepki çeken açıklamasıyla, tıpkı Milli Eğitim Bakanı gibi, eğitim emekçilerinin taleplerinden ve haklı mücadelesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. Gerek Bakan Dinçer’in, gerekse başbakanın her köşeye sıkıştıklarında eğitim emekçileri ile halkı karşı karşıya getirme çabaları, kelimenin tam anlamıyla ucuz politika esnaflığı anlamına gelmektedir.
Başbakan’ın izinden giden Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, daha önce Türkiye’deki ilköğretim öğretmenlerin yıllık 870 saatlerini okulda geçirdiğini, bu rakamın OECD ortalamasının 312 saat altında olduğunu iddia etmiş ve öğretmenleri “az çalışmakla” suçlamıştır. Bu sözleri onaylarcasına Başbakan’ın öğretmenlerin aldıkları ücreti tartışma konusu yapması ve bunun üzerinden politik çıkar sağlamaya çalışması dikkat çekicidir.
Başbakana ve Milli Eğitim Bakanı’na bir kez daha hatırlatmak isteriz ki, Türkiye’de öğretmenler sadece derslere girmemekte, bunun yanı sıra, özellikle son yıllarda yaygınlaşan Toplam Kalite Yönetimi,İlköğretim Kurumları Standartları (İKS) uygulamaları, TEFBİS, ADEY, RİDEF vb ek işlerin yanı sıra, ders dışı zamanlarda ortalama 3600 anket sorusunu yanıtlamak, yine ders dışı zamanlarda bakanlığın ödenek ayırmadığı okullara bağış toplamak için kermes düzenlemek vb gibi çok sayıda angarya işlerle ders dışı zamanlarda da yoğun bir mesai harcamaktadır.
Gerek Başbakan, gerekse Milli Eğitim Bakanı,eğitimin niteliğinin eğitim emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarıyla doğrudan ilişkili olduğunu unutmaktadır. Kaldı ki AKP’nin ve MEB’in asıl derdi ne eğitim sisteminin sorunlarına kalıcı çözümler üretmek, ne de eğitim emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmektir.
Son 10 yıldır yaşadığımız sorunlar, eğitimde güvencesiz ve esnek istihdamın kalıcı hale getiren politikaların hayata geçirilmesişeklinde olmuştur. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, AKP’nin yıllardır katı bir şekilde uyguladığı sermaye yanlısı politikalar nedeniyle eğitim emekçilerinin yüzde 80’i borç batağındadır ve üçte ikisi geçinebilmek için ek iş yapmak zorunda bırakılmıştır.
Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı, Türkiye’de öğretmenlerin, eğitim ve bilim emekçilerinin ve diğer kamu emekçilerinin aldıkları ücreti, çalışma ve yaşam koşullarını elbette çok daha iyi bilmektedir. Buna rağmen her fırsatta eğitim emekçilerinin emeğine hakaret ederek, kamuoyuna yalan yanlış bilgiler vererek ucuz politika esnaflığıyaparak, ülke yönetiminde ve eğitim sisteminde bugüne kadar yaptıkları yanlışların üzerini örtmeleri mümkün değildir.
Gerçekleri yansıtmayan çeşitli bahanelerle politikalarına toplumsal rıza sağlayabileceğini sananları bir kez daha uyarıyoruz. Sendikamız, bin bir güçlükle görevlerini yerine getirmeye çalışan eğitim emekçilerinin haklarının gasp edilmesine ve emeklerine hakaret edilmesine izin vermeyecektir.
Eğitim Sen olarak, 2011–2012 eğitim öğretim yılının son gününde Başbakana ve Milli Eğitim Bakanı’na son kez sesleniyoruz; yıllardır ülkenin dört bir yanında bin bir sorunla boğuşarak görevlerini yerine getirmeye çalışan eğitim emekçilerinden özür dilemenizi ve her fırsatta eğitim emekçilerinin emeğini aşağılamaktan vazgeçmenizi talep ediyoruz.08.06.2012
Şube Yürütme Kurulu Adına
Kamuran KARACA
Şube Başkanı
Değerli Basın ve Kamuoyuna
Furkan Eğitim ve Hizmet Vakfının 02 Haziran 2012 Cumartesi günü Saat:19.00-23.00 arası halka açık olmak üzere “İstanbul’un Fethi ve mesajı” konulu konferans düzenlemek istedikleri ile ilgili yazıları üzerine okullarda afiş asmalarını uygun gören yazıyla il milli eğitim müdürlüğünün 29.05.2012 tarih ve 21997 sayılı yazıyla afiş asılmasına olur verilmiş ve okullara gönderilmiştir.
Furkan Vakfı’nın çalışmalarına bakıldığında, dinsel etkinliklerin ağırlıklı olduğu ve belli siyasi çizgi etrafında çalışmalar yaptığı görülecektir. Aynı kurumunun sitesinde konuyla ilgili yaptığı çağrı fragmanı incelendiğinde de bu yaklaşımı görmek mümkündür.
AKP iktidarının 4+4+4 eğitim modelindeki hedefleri, Başbakanın “Dindar Gençlik” açıklamaları, evrim kuramına dönük üniversite ve liselerde ki yönelimlerine ek olarak okullara gönderilen bu yazı genel gidişatın hangi yönde olduğunu bizlere fazlasıyla göstermektedir.
Böyle bir gününün, dinsel ve siyasal eğilimleri olan kurumların çalışmasıyla okullarda duyurusunu yapmak kabul edilemez. Eğitimin bilimsel ve laik boyutuna hizmet edecek çalışmalar yapılacaksa Milli Eğitim Bakanlığı üzerinden belirli gün ve haftalar programı içerisine alınması anlaşılır bir durumdur. Ortak değerlerin geliştirilmesi ve eğitim kurumlarında işlenmesi kimsenin reddedemeyeceği bir gerçekliktir.
Eğitim ve çocuk gelişimini etkileyebilecek etkinliklerin dışında, Furkan Vakfı gibi kurumların düzenlediği konferans üzerinden okullara her türlü vakıf ve örgütün afişinin asılmasının yolunun açılması okuldaki barışçıl ortamı sıkıntıya sokabilir. “ Bu tür afişlerin okullara asılmasına izin verilmesini şiddetle eleştiriyor, bu konudaki kararın Adana Milli Eğitim Müdürlüğünce düzeltilmesini bekliyoruz.
Şube Yönetim Kurulu Adına
Kamuran KARACA
Eğitim Sen Adana Şube Başkanı
2012/2957 sayılı ”Okul Sütü Programı Uygulama Esasları Hakkında Bakanlar Kurulu Kararı” ve Kararnameye ilişkin ”Okul Sütü Programı Uygulama Tebliği”ne göre gerçekleştirilen proje, ana sınıfından beşinci sınıfa kadar ilköğretim okulu öğrencilerini kapsıyor.
Proje ile ülke genelinde 32 bin 574 okulda 5 gün süreyle dağıtılacak UHT sütün, 7 milyon 200 bin öğrenciye 200 mililitrelik kutular halinde ulaştırılacağı açıklanırken, “piyasada oluşacak süt arzı fazlasının alınarak üreticiyi düşük fiyat baskısından korumayı amaçlıyor” ifadelerine de yer veriliyor.
Bu proje kapsamında ilimizde de bugün sabah dağıtılmaya başlanılan sütten 24 Kasım İlköğretim Okulunda 50 civarında öğrenci zehirlenme belirtisiyle çeşitli hastanelere kaldırılmıştır. Numune Hastanesi, Çukurova Devlet Hastanesi, Ortadoğu Hastanesi)
Çocukları rahatsızlanan veliler ilk tepkililerini okul idarelerine ve öğretmenlere yöneltmiş ve tartışmalar sırasında bazı idareci ve öğretmenler tartaklanmıştır.
AKP hükümetinin süt üreticilerinin stoklarında kalan sütleri eritmek adına başlattığı projede dağıtılan bu sütler daha ilk gün Adana’da ve Türkiye’nin birçok ilinde öğrencileri zehirlemiştir.
Süt Dağıtımı sağlık şartları yönüyle birçok soru işaretini içinde barındırırken bozuk olmadan illere yollandığı bile düşünülse, buzdolaplarında tutulması gereken sütlerin okul salonlarında gelişi güzel yerlere koyulmasıyla zaten bozulmaması mümkün değildir. Kimsenin çocuklarımızın sağlığı ile oynama hakkı yoktur.
Bugün zehirlenmelere yol açan süt dağıtımı uygulaması konusunu Milli Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı yeniden değerlendirmeli ve durdurmalıdır.02.05.2012
Eğitim Sen Adana Şube Yürütme Kurulu Adına
Kamuran KARACA
Şube Başkanı
Eğitim Sen Merkez Yürütme Kurulu'nun "Kendi Yarattığınız Sorunu Fen Edebiyat Fakültesi Öğrencilerini Mağdur Ederek Çözmekten Vazgeçin!" başlıklı açıklama metnidir.
24.04.2012
YÖK’ün 5 Nisan’da aldığı karar ile Fen Edebiyat Fakülteleri’nde okuyan öğrenciler için pedagojik formasyon alarak öğretmen olabilmenin yolu kapatılmıştır. Fen Edebiyat Fakültelerinin mevcut öğrencilerinden pedagojik formasyon almış olanların karardan etkilenmeyeceği söylenmesine rağmen ortada ciddi bir mağduriyet olacağı açıktır.
Eğitim Sen olarak önceden de belirttiğimiz gibi, öğretmenlik mesleğinin Eğitim Fakülteleri mezunlarınca icra edilmesinin esas alınmasından yanayız. Bununla birlikte, şuan halihazırda öğretmen olarak çalışan Fen Edebiyat Fakültesi mezunu öğretmenlerimiz de tıpkı eğitim fakültesi mezunu öğretmenlerimiz gibi, büyük bir özveri ve saygınlıkla öğretmenlik görevlerini yürütmektedirler. Milli Eğitim Bakanlığı’nın deyim yerindeyse zamanında mavi boncuk dağıtıp bugün atamasını yapmadığı 300 bini aşkın öğretmen adayı içinde de tıpkı halihazırda istihdam edilenler gibi Fen Edebiyat Fakültesi mezunu olup pedagojik formasyon alan kişiler bulunmaktadır.
Kısa zaman öncesine kadar üniversite açabilmenin koşulu olarak Fen Edebiyat Fakültesi kurulması zorunluydu. AKP döneminde sayıları artan üniversiteler bünyesinde de yeni Fen Edebiyat Fakülteleri açıldı. Ancak ne yazık ki bugün, 184 Fen Edebiyat fakültesinde temel bilimler eğitimi alan öğrencilerimize öğretmenlik dışında kendi meslekleri ile ilgili istihdam olanağı sunulmamaktadır.
Daha önce de 2009 yılında YÖK bu fakültelerin öğrencilerinin lisans eğitimi sırasında formasyon almasını öngörmüştür. Sendikamız bu düzenlemeyle Eğitim Fakülteleri öğrencilerinin dezavantajlı konuma düşürüldüğünü belirterek dava açmıştır. Bu davada düzenlemenin ileride işsiz öğretmen kitlesini büyüteceği ifade edilmiş, eğitimin salt ilave pedagojik formasyon dersleriyle edinilebilecek bir uzmanlık olmadığı belirtilmiştir.
Bugün Türk Eğitim Sen gibi sendikaların söz konusu davanın gerekçesi ile ilgili bilgiyi çarpıttığı görülmektedir. Davanın gerekçesi, Eğitim Fakültesi öğrencilerinin 5 yıllık eğitim içinde formasyon alarak öğretmen olabilmeleri, Fen Edebiyat Fakültesi öğrencilerinin ise 4 yıllık eğitimleri içinde aynı formasyonu alarak öğretmen olmaları, yani Eğitim Fakülteleri öğrencilerinin dezavantajlı duruma düşürülmelerine itiraz edilmesi şeklindedir.
Aynı şekilde yine geçmişte uygulanan, yüksek lisans ile pedagojik formasyon edinme uygulaması da üniversiteler açısından para kaynağı olarak algılanmış, formasyon parayla satılır hale getirilmiştir. Kısacası söz konusu fakültelere girerken eğitim alanında istihdam beklentisi taşıyan bu öğrencilerimizin bugün içine düşürüldükleri durum kendi tercihlerinden değil şimdiye kadar uygulanan eğitim ve istihdam politikalarından kaynaklanmaktadır. Bugün, ücretli öğretmenlik adı altında bırakın Eğitim Fakültesi veya Fen Edebiyat Fakültesi mezununu, örneğin İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunu bir kişiyi dahi güvencesiz şartlarda ve ucuz emek olarak istihdam etmeyi sürdüren MEB’in öğretmen istihdamı sorununu Fen Edebiyat Fakültesi öğrencilerini mağdur ederek çözmeye çalışması kabul edilemez. Kendi yarattığı sorunun altından kalkamayan Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK yanlış politikaların bedelini öğretmen olma beklentisiyle Fen Edebiyat fakültelerini tercih eden öğrencilere ödetmeyi istemektedir.
Böylesi bir karar ancak, eğitim öğretimin nitelikli biçimde gerçekleşmesini mümkün kılacak sayıda öğretmen ataması yapıldıktan, atama bekleyen öğretmenlerin istihdamı sağlandıktan sonra, pek çoğu yatırım bekleyen, iktidarın işlevsizleştirmeye çalıştığı eğitim fakültelerinin de nitelikli hale getirilmesiyle anlamlı olabilir.
Roboski, Gezi, Soma, Şırnak’tan Sonra Lice… AKP ne zaman sorunların çözümü için bir çalıştay düzenlese, ne zaman yeni bir sürece girildiğinin mesajını verse yeni bir saldırı ve baskı dalgası ile karşılaşmaktayız. Roman, Alevi ve kamu emekçileriyle ilgili yapılan çalıştaylardan sonra sorunların çözümü bir yana eski politikalar inceltilerek ve yaygınlaştırılarak devam ettirilmiştir. Diyarbakır'da yapılan "çözüm çalıştay"ından hemen sonra ise çözümsüzlüğü derinleştirecek Lice'de sivil halka karşı gerçek mermilerin kullanıldığı saldırı gerçekleşmiştir.
Lice İlçesi'ne bağlı Biryas köyünde kalekol ve yeni karakollara karşı nöbet tutan silahsız halka askerlerce ateş açılması sonucunda Ramazan Baran ile Hacı Baki Akdemir adlı iki vatandaşımızın yaşamını yitirmesi ve bir gencimizin de yaşam mücadelesi vermesi AKP Hükümetinin gerilimi tırmandırma ve Kürt sorununun çözümünde adım atmamaktaki ısrarının bir sonucudur.
Başbakan’ın, “Aksi halde B ve C planlarımız devreye girecektir.”, “…Gezizekalılar” gibi açıklamaları başta olmak üzere askeri yetkililerin olaydan bir gün önce “… imha edileceksiniz” şeklindeki anonsu, Diyarbakır’da yapılan çalıştayda Yalçın Akdoğan ve Beşir Atalay’ın “Güvenlik güçleri devreye girecektir” şeklindeki demeçleri ve bir kısım medyanın kışkırtan, saldırı çağrısı yapan yayınları da göstermektedir ki katliam adım adım ve göz göre göre gelmiştir.
AKP'nin bir yandan çözümden bahsetmesi diğer yandan ise silahlanmaya bütçeden devasa miktarlarda kaynak ayırmaya devam etmesi, kalekolların yapımını hızlandırması, yeni korucu kadroları açması, bölgeye yeni özel tim birlikleri göndermesi ve halkı birbirine karşı kışkırtıcı özel politikalar uygulaması ne kadar samimi olduğunu da ele vermektedir! Bu durum bölge halkında doğal olarak tepkiye yol açmış, barış talebiyle çatışmalı bir sürecin önüne geçmek için insiyatif geliştirmesine neden olmuştur.
Bu haklı talep etrafında geliştirilen her türlü demokratik eylem ve etkinlik meşrudur, yasaldır. Meşru olmayan halkın demokratik haklarını kullanmalarına karşı tahammülsüzlük ve saldırıdır.
AKP’nin çözüm için adım atmamakta ısrar etmesi, buna rağmen ortada karşılıklı devam eden bir süreç varmış gibi bir algı oluşturması ve süreci siyasal hesaplarına kurban etmesinin daha vahim olayların yaşanmasına neden olacağı kaygısını taşıyoruz. Diyarbakır’da yapılan çalıştay ile güya çözüm sürecinin yol haritası çıkarılacaktı. Eğer yol haritası Roboski ve Lice ise AKP’nin gittiği yol yol değildir. Yine bu saldırıyla toplumsal muhalefete karşı toma, gaz, plastik mermi ile yetinilmeyeceği mesajı verilmek isteniyorsa AKP ateşle oynadığını bilmelidir. İnsanı ve demokrasiyi öncelemeyen bu güvenlik stratejilerinden bir an önce vazgeçilmelidir.
Lice halkı yalnız değildir. Lice’de vatandaşlarımızın yaşamını yitirmesine neden olan olayın sorumluları derhal yargı önüne çıkarılmalı, hesap vermeleri sağlanmalıdır. Gerilimi düşürecek adımlar derhal atılmalı, hükümet temel hak ve özgürlüklerin kullanımını zor ve şiddetle engellemekten vazgeçmelidir.
Saldırıyı kınıyor, yaşamını yitiren vatandaşlarımızın ailelerine ve yakınlarına başsağlığı ve metanet, yaralılara acil şifalar diliyoruz.
Barış, kardeşlik, eşitlik için Kürt sorunu demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülmeli ve Kalekol inşaatları derhal durdurulmalıdır.
Lice’deki katliamda yaşamını yitiren insanlarımızın yakınlarına ve halklarımıza başsağlığı diler, ülkenin dört bir yanında haklarını arayan, özgürlük isteyenlere karşı şiddetle karşılık veren AKP faşizmine karşı sokağın birleştirici gücüyle hareket edeceğimizi kamuoyuna saygı ile duyururuz. 10.06.2014
Tekin MÜJDE
SES Adana Şb.
KESK Dönem Sözcüsü
YİNE MADEN KAZASI, YİNE ÖLÜM, YİNE TAŞERONLAŞTIRMA.
Her geçen yıl artan iş kazaları, yaralanmalar, sakat kalmalar, ölümler işçilerin alın yazısı mıdır? Elbette, bu durumun kader olmadığı açıktır. Esnek, kuralsız, taşeron çalışmanın, aşırı kar hırsının, rekabet adına işçinin hayatının yok sayılması bu ölümlerin önemli bir nedenidir.
Değerli basın, değerli kurum temsilcileri;
Dünyada 132 ülke arasında toplam kömür üretim değeri itibarıyla 28‘inci sırada yer alan ülkemiz, maden çeşitliliği açısından ise 10‘uncu sırada bulunuyor. Almanya'nın ise en önemli doğal kaynağı kömür. Almanya dünyanın en büyük kömür üreticisi. Ülkede 2.5 milyar ton taş kömürü ve 40.5 milyar ton linyit rezervi bulunuyor.
Almanya'da bile 'maden' gibi hassas bir konu tamamı ile devlet kontrolündeyken Türkiye madenleri 2004 yılından itibaren taşeronlara açılıyor ve ölümler 3 kata kadar artıyor. Sonrasında ise işçi ölümleri gördüğünüz gibi.
TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK MADEN FELAKETİ KOZLU'DA: 263 CENAZE.
SOMA’DA İSE 205 CENAZE.
3 Mart 1992 tarihinde Zonguldak'ın Kozlu ilçesindeki taş kömürü maden ocağında zincirleme grizu patlamaları nedeniyle 263 maden işçisi hayatını kaybetti. Bu elem olay yakın tarihimizin en büyük faciaları arasında yer alıyor.
Almanya madenlerinde 2013 Ekim ayına kadar 40 yıllık süre zarfında hiç ölüm meydana gelmiyor. Ayrıca son yasa değişikliyle birlikte 2018 yılına kadar tüm maden ocaklarının kapatılması isteniyor. Bu kararın alınmasındaki neden ise 2013 yılında meydana gelen kazadaki 3 maden işçisinin ölümü.
Değerli basın, değerli kurum temsilcileri;
Ülkemizi 11 yıldır AKP hükümeti yönetmektedir. Bu 11 yılda 10 binden fazla işçi yaşamını iş cinayetlerinde yitirmiştir. 2008 yılında 865, 2009 yılında bin 171, 2010 yılında bin 434, 2011 yılında 696, 2012 yılında 878, 2013 yılında bu rakam 1235’e yükselmişken, 2014 yılının ilk altı ayında ise iş cinayetleri dünü aratmayacak şekilde hızından bir şey kaybetmemiş şekliyle devam etmektedir. Başka bir ifadeyle son on yılda iş kazasında hayatını kaybedenlerin sayısı yüzde 13,5 artmış durumdadır.
Türkiye, ölümlü maden kazaları sıralamasında ise ilk sırada. Uluslarararası Çalışma Örgütü verilerine göre, Türkiye’de maden işçisi ölümleri oranı Avrupa ortalamasının 4.5 katı. Uzmanlar, Türkiye’deki maden kazalarının yüzde 95’inin ise önlenebilir nitelikte olduğunu kaydediyor.
Bu yaşananları kaza olarak, ya da takdiri ilahi diyerek gösterenler; gerçeği gizlemek, sorumluluktan kaçmak istemektedirler. Bu yaşananlar işçilere köle muamelesi çeken zihniyetin eliyle işlenmiş birer cinayetlerdir. Patlamalardan, göçük ve ‘kazalardan’ sonra bir mühendisi günah keçisi olarak gösterip tutuklamak, ya da göstermelik bir iki soruşturma sürdürmek bu cinayetleri engellemediği gibi yenilerine davetiye çıkarmaktadır.
Tuzla Tersanelerinde, Ankara Ostim’de, İstanbul Davutpaşa’da, Esenyurt ve Zonguldak Maden Havzasında ve ülkemizin her karış toprağında yaşanan ölümlerden, patronların her istediğini iki etmeden yerine getiren, işçileri köle koşullarında çalışmaya mecbur kılan AKP hükümeti patronlarla el ele vererek, köleliği ve ölümleri olağan görmeye ve göstermeye çalışıyor.
Dahası...
BASINA VE KAMUOYUNA
Ceyhan M Tipi Kapalı Cezaevi çocuk koğuşunda kalan F.O. şiddet, taciz ve tecavüze maruz kaldığını söyleyerek 17 Şubat tarihinde şikayetçi olmuştur. Şikayet üzerine Ceyhan Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma sonucunda olayın şüphelisi bir diğer çocuk M.A. tutuklamıştır.
Mağdur F.O.’nun şikayetine, soruşturma dosyasındaki ifade ve belgelere bakıldığında bu olayda cezaevi idaresinin ağır kusuru ve ihmali olduğu görülmektedir.
F.O.’nun defalarca cezaevi idaresi ile görüşerek koğuşta şiddete uğradığını ifade etmesine rağmen cezaevi idaresi hiçbir tedbir almamış ve F.O.’yu şiddet ve istismara maruz kaldığı koğuşta tutmaya devam etmiştir.
F.O. olay günü, kaldığı koğuş havalandırmasını ve banyo penceresini gören güvenlik kamerasına işaret yolu ile tecavüze uğradığını anlatamaya çalışmış ancak bu duruma karşı cezaevi idaresi önleyici bir tedbir almamıştır.
F.O. tecavüz olayının ortaya çıkmasından sonra ise tek başına bir hücreye konulmuş ve ailesine bilgi verilmemiştir. Tecavüz olayı sonrasında F.O.’ya idare tarafından hiçbir sosyal ve psikolojik destek sunulmamıştır. Küçük yaşta devlet denetimindeki cezaevinde tecavüze uğrayan F.O. tahliye olduktan sonra da devletten herhangi bir destek görmemiştir. Cezaevindeki tutuklu ve hükümlülerin vücut ve ruh sağlığının korunması konusunda tam sorumluluğu bulunan devletin burada ağır kusuru bulunmaktadır. Cumhuriyet Savcılığı tecavüz suçunun faili olan M.A’nın yanı sıra olayda ihmal ve kusuru bulunan cezaevi yöneticileri ve personeli hakkında da soruşturma başlatmalıdır.
Ülkemizde, çocuk cezaevleri, çocukların tutuklu olarak yargılanmaları, cezaevlerinde çocukların maruz kaldığı şiddet, taciz ve tecavüzler uzun yıllardır tartışılmaktadır. Kamuoyunun bu alana dikkatinin yoğunlaştığı anlarda hükümet bir takım yasal düzenlemeler gerçekleştirip idari tedbirler alsa da sorun varlığını sürdürmektedir.
Pozantı Cezaevi’nde çocukların başına gelenlerin kamuoyuna yansıması neticesinde Adalet Bakanlığı bu cezaevini derhal kapatmış ve çocukları Sincan’a göndermiştir. Aynı çocuklar Sincan’da da yine işkence ve kötü muamele görmüştür.
Pozantı’da sorumlu kamu görevleri hakkında herhangi bir cezai müeyyide uygulanmamıştır. İnsan hakkı ihlallerinde sıklıkla olduğu gibi sorumlu kamu görevlileri yine cezasız kalmıştır. Cezaevlerinde bu tipten hak ihlallerinin önüne geçebilmek için cezasızlık kültürüne son verilmeli ve sorumlu kamu görevlileri cezalandırılmalıdır. Cezaevlerinde kamuoyuna yansıyandan daha fazla çocuk şiddete, taciz ve tecavüze maruz kalmaktadır. Zira çocuklar başlarına gelen bu olayları, ailelerine, yargıya ve kamuoyuna taşımaktan çekinmektedir. Çocukların cezaevlerindeki çığlığı yetkililer ve hükümet tarafından görülmemektedir.
Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, uluslararası sözleşmeler ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu uyarınca; çocuklarla ilgili verilecek kararlarda çocuğun özgürlüğünün kısıtlanmasına son çare olarak başvurulması gerekmektedir. Suça karışan çocuğun toplumdan izole edilerek cezalandırılması yerine eğitici ve onarıcı bir yaklaşım sergilenerek çocuk topluma kazandırılmalıdır.
Çocukların yaşadıkları hak ihlalleri, gerek çocukların yaşamında gerekse toplumda kalıcı ve telafisi çok zor izler bırakmaktadır.
Hükümet, insan hakları savunucularının bu konudaki taleplerini dikkate alarak bu olayda ihmali ve kusuru bulunan kamu görevlilerini görevden almalı, bu kişilerin yargılanıp cezalandırılmasını sağlamalı ve suçu her ne olursa olsun çocukların tutuklanması uygulamasına son verecek köklü yasal değişiklikler yapmalıdır.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ ADANA ŞUBESİ
İHD MYK üyesi Av. Tugay Bek
UZAKTAN (BİLGİSAYAR DESTEKLİ) AİLE DANIŞMANLIĞI EĞİTİMİ
Süleyman Demirel Üniversitesi, 450 saatlik Aile Danışmanlığı Sertifika Programına ilişkin normal ücret tarifesi, EĞİTİM-SEN' e özel ücret tarifesi, eğitime katılabilecek lisans mezuniyet bölümleri, eğitimin içeriği ve derslerimize gelen hocalarımızın unvan ve aşağıdaki gibidir.
Normal Eğitim Ücreti Nakit : 2900 TL
Kredi Kartına Taksitli : 3200 TL
Kayıt Ücreti : 30 TL
EĞİTİM-SEN Üyeleri İçin Eğitim Ücreti:
Nakit : 1100 TL
Tüm Kredi Kartlarına 9 taksitli ücreti : 1225 TL
Kayıt Ücreti: 10
İletişim Bilgileri:
Adres: Reşatbey mh. Atatürk cd.no: 20 k1 d2 Seyhan / ADANA
Tel: 0322 234 9 234 - işyeri cep: 0507 204 61 83 - 82
Ders müfredatı:
DERSLER |
SAAT |
EVLİLİK VE AİLE SÜREÇLERİ |
20 |
AİLE VE ÇOCUK HUKUKU |
20 |
MÜZAKERE VE ARABULUCULUK |
20 |
AİLEDE İLETİŞİM |
20 |
AİLE DANIŞMANLIĞI KURAMLARI |
30 |
OBJEKTİF TESTLER EĞİTİMİ (12 TEST) |
20 |
AİLE VE ÇİFT DANIŞMANLIĞI TEKNİKLERİ |
50 |
YETİŞKİN PSİKOLOJİ VE PATOLOJİSİ |
40 |
MESLEK VE KARİYER ANIŞMANLIĞI |
20 |
AİLEDE TRAVMA VE ŞİDDET |
20 |
ERGEN VE ÇOCUK PSİKOLOJİSİ |
30 |
AİLEDE CİNSEL SORUNLAR |
10 |
DERS UYGULAMALARI |
120 |
AİLE DANIŞMANLIĞI UYGULAMASI VE SÜPERVİZYONU |
30 |
TOPLAM |
450 |
Programın hocaları:
1 |
Derya CAN - Bakanlık Avukatı |
2 |
Doç.Dr. Şahin KESİCİ - Konya Üniv. Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Anabilimdalı Başkanı |
3 |
Doç.Dr. Mehmet MURAT- Gaziantep Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Anabilimdalı |
4 |
Doç.Dr. Bülent DİLMAÇ -Konya Üniv. Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Anabilimdalı |
5 |
Mehmet KEPEK - Konya Üniv. Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Anabilimdalı |
6 |
Öğr. Gör.Mehmet ASLAN - Zirve Üniversitesi PDR merkezi müdürü |
7 |
Yrd. Doç. Dr Erkan EFİLTİ - Konya üniv. Özel eğitim Anabilim dalı |
8 |
Yrd.Doç.Dr. Hasan BOZGEYİKLİ Kayseri Erciyes Üniversitesi PDR Anabilimdalı Başkanı |
9 |
Yrd.Doç.Dr. Barbaros YALÇIN - Konya Üniv. Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Anabilimdalı |
Katılabilecek meslek grupları:
Tıp, Psikolojik danışmanlık ve Rehberlik, Sosyal Hizmet, Çocuk Gelişimi, Okul Öncesi Öğretmenliği, Sosyoloji, Aile ve Tüketici Bilimleri, Hemşirelik, Psikoloji.
Eğitime kayıt yaptırıp nöbet vs. nedenleri ile eğitimi kaçıran öğrenciler eğitimin sonunda sertifikalarını alacak olup, ayrıca ileriki süreçte açılan Aile Danışmanlığı Sertifika Programlarının tamamına ücretsiz olarak katılma hakkına sahip olacaklardır.
Bilgilerinize Arz Olunur.
BASINA VE KAMUOYUNA
Her gün 5 kadının yakını erkekler tarafından öldürüldüğü bu coğrafyada kadın cinayetleri hız kesmeden devam ediyor. Bugün burada boşanmak istediği kocası tarafından 25.12.2013 tarihinde planlı birşekilde katledilen Halime Özdoğan için toplandık.
Halime Özdoğan evliliklerinin 6. ayında şiddet gördüğü için boşanmaya karar vermişti. Bu süreçte görüşmek için çağrıldığıkocası tarafından ormanlık alana götürülerek katledildi.
Biz kadınlar öfkeliyiz ve isyan ediyoruz; hayatımızı muhafazakar politikalarla kuşatan devlet; katil erkeklere haksız tahrik ve iyi hal indirimi uygulayarak, kadın katliamlarının önüne geçecek kanunları yapmayarak, kadınları koruyacak mekanizmaları oluşturmayarak, sığınma evlerinin sayısını yeterli düzeye getirmeyerek, kadınların katledilmesine destek veriyor.
Kadına yönelik şiddet sadece yasalarda değil, sosyal hayatın her alanında ekonomi politik uygulamalarda, cinsiyetçi eğitim sisteminde, medyada haberlerin veriliş şeklinde de yeniden ve yeniden üretiyor.
Günde 5 kadının katledildiği ülkemizde ‘ Acil Kriz Masası’ kurması gereken hükümetin aileden sorumlu Bakanı Ayşe Nur İslam konuyu gündeme dahi almayarak kendinden önce bakanlık yapan Aliye Kavaf ve Fatma Şahin'in izinden yürüyor. Cinayetleri değil boşanmaları engellemeye çalışıyor.
Eski Aile Bakanı Aliye Kavaf boşandığı için devletin koruma vermediği ve sonucunda eski kocası tarafından katledilen Ayşe Paşalı davası sonrasında "yasalarımızda eksik yok cinayet münferittir" demişti. 2 Haziran 2011 tarihinde yapılan bu açıklamadan sonra 567 kadın erkekler tarafından katledildi. Kadın cinayetlerinin münferit olmadığını ispat etmek için günde kaç kere katledilmeliyiz?
14 Mayıs 2014 günü Halime Özdoğan davasının ikinci duruşması görülecek. Biz kadınlar, yasta değil isyandayız demek için orada olacağız; Davada erkek adaletin değil, gerçek adaletin geçerli olması,mahkemenin, haksız tahrik ve iyi hal indirimi gibi erkeği ödüllendiren indirimleri uygulamaması için çaba harcayacağız.
Adana Kadın Platformu olarak daha önce de ilimizde yaşanan kadın cinayeti davalarının takipçisi olduk. Takip ettiğimiz davaların büyük çoğunluğunda katil erkekler ağır cezalar aldılar. Bizler, kadın katliamlarına, kadına yönelik şiddete, tacize ve tecavüze karşı en büyük silahımızın “kadın dayanışması” olduğunu artık biliyoruz. Erkek şiddetine karşı, erkek devlet mekanizmasını, erkek yargıyı geriletmenin, kadınlar lehine kazanımlar almanın yegâne yolunun da bu olduğunu düşünüyoruz. Bizler, kadın katliamlarına, kadına yönelik şiddete, tacize ve tecavüze karşı, içimizde büyüyen öfkemizle daha güçlü bir şekilde mücadele etmeye devam edeceğiz.21.04.2014
ADANA KADIN PLATFORMU
30 Mart’tan 1 Mayıs’a:
Umudu görüyoruz, mücadeleyi büyütüyoruz!
Yolsuzluğa batmış, işçi düşmanı ve baskıcı AKP iktidarının kendini aklama fırsatı olarak gördüğü ve bir referanduma dönüştürdüğü 2014 yerel seçimlerinde halkın büyük çoğunluğu, en az yüzde 56’sı bu iktidara “hayır” demiştir.
Seçimler öncesi, seçim esnası ve sonrasında yaşananlara bakıldığında Türkiye tarihinin en şaibeli ve adil olmayan seçimlerinden birisi yaşanmış ancak yine de halkın yarıdan fazlası hırsızlığa, baskılara, kaderinin tek bir kişinin dudakları arasında olmasına onay vermemiştir.
Yolsuzluklarla dolu bir seçim sonucunda AKP’nin 2009’dan beri kesintisiz devam eden yükselişi durmuş, seçmen sayısındaki artışa rağmen resmi olarak en az AKP’nin 2 milyon 229 bin oy kaybettiği görülmüştür.
Tüm bunlara rağmen seçim sonuçları “zafer” olarak sunulmuş ve kendisine oy vermeyenleri neredeyse düşman ilan eden bir balkon konuşması yapılmıştır. Bu gelişmeler, iktidarın halkın iradesine ve taleplerine saygı duymamaya devam edeceği endişelerini yükseltmiştir.
Seçimler oldukça adaletsiz bir ortamda yapılmıştır. Medya üzerinde büyük bir denetim kurulmuş, halkın gerçeklere erişimi için kalan tek araç olan sosyal medyaya yönelik yasaklar getirilmiştir.
Muhalif seslerin sokaklardaki varlığını kısmak için devletin zor aygıtları ölçüsüzce kullanılmıştır. Son günlerde ortaya çıkan dinleme kayıtlarına göre, seçimlerde daha fazla oy almak için savaş tezgâhladığı dahi iddia edilmektedir. En ufak itiraz “terör”, savaşa karşı olmak “vatan hainliği” ile eşitlenmiştir.
İşçi sınıfından, yoksul emekçilerden esirgenen sürecinde tüm kamu olanakları, seçim sürecinde iktidar partisi için seferber edilmiştir. Yoksul köylünün çocuğuna ulaşamayan ambulans helikopterlerle yapılan seçim gezileri, asgari ücretli işçinin ücretinin önemli bir bölümünü harcadığı belediyenin ulaşım araçlarının AKP mitingleri için seferber edilmesi, adaletsizliğin çarpıcı simgeleri olarak belleklere yazılmıştır. Bu adaletsiz seçim sürecine rağmen iktidar partisinin oylarının düşüşü engellenememiştir.
Bu seçimlerin en umut verici yanı, geçtiğimiz yılın Mayıs ayından beri sokaklarda eşitlik, özgürlük, barış, kardeşlik, demokrasi mücadelesi verenlerin bu kez sandıklardaki hırsızlığa karşı seferber olmalarıdır. Bu sayede ülkenin dört bir yanında hepsi iktidar partisi lehine yapılmış binlerce seçim yolsuzluğu iddiası ortaya atılmış ve tutanak altına alınmıştır. Böylece halkın iradesini çalma girişimlerinin en azından bir bölümü engellenmiş veya engellenemese de teşhir edilmiştir.
Balkonlardan zafer konuşması yaparak her anlamda “tekçi” iktidarını ilan edenleri seçim sonrasında sokaklar bir kez daha uyarmıştır. Gerçek demokrasi, kendisine oy vermeyen herkese tehditler savuranların balkonlarında değil, farklı görüşlerden yüz binlerin iradesine sahip çıktığı meydanlarda tecelli etmiştir. O sokaklar bir kez daha ilan etmiştir ki “Hayır! Artık eskisi gibi yönetemeyeceksiniz.” O sokaklar bir kez daha göstermiştir ki gerçek bir demokrasi ancak halkla beraber var olabilir.
Ve şimdi o sokaklara bir kez daha 1 Mayıs gelmektedir. İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs, açıktır ki bu sene çok daha özel bir anlama sahiptir. Geçtiğimiz yıl 1 Mayıs’ta başlayan eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik ayağa kalkış, bu sene çok daha güçlüdür, çok daha kendine güvenlidir ve çok daha olgunlaşmıştır.
Şimdi kolları sıvama zamanı!
Ülke taşeron cumhuriyetine döndürülürken; emeğin ürettiği tüm değerler ayakkabı kutularında bir avuç azınlığa servis edilirken; iş cinayetlerinde dünya liderliğini kaptırmayan bir ülkede emeğiyle yaşamaya çalışıyorken; işçi sınıfının çok büyük bir bölümü sefalet ücretleri yüzünden borç batağında boğulmuşken; barınmadan ulaşıma eğitimden sağlığa her alanda piyasanın efendileri haklarımıza göz dikmişken; kentlerimiz yağmalanıyorken; örgütlenme hakkımız hukuk dışı yollarla gasp ediliyorken ve bu hırsızlık düzeni şiddet ile, zor ile, hile ile, hurda ile korunuyorken işçi sınıfının payına düşen meydanlara çıkmaktır.
Eşitlik, özgürlük, barış, adalet ve demokrasi için başta Taksim 1 Mayıs Alanı olmak üzere, ülkenin tüm meydanları bizi beklemektedir. Sokaklarda yeşeren özgürlük filizleri, işçi sınıfının emeğiyle boy verecektir. Ve 1 Mayıs günü “umut”, işçi tulumu giyerek bu memleketin sokaklarında dolaşacaktır. Tüm Halkımızı 1 Mayıs 2014 Perşembe Saat:15.00’de Mimar Sinan Önünden Başlayacak Mitinge Davet Ediyoruz.
Eşitlik, özgürlük, barış, adalet ve demokrasi için #direnemekçi
Yaşasın 1 Mayıs!
Yaşasın İşçi Sınıfının Birlik Mücadele ve Dayanışma Günü!
TÜRK İŞ – DİSK – KESK – TMMOB – ADANA TABİP ODASI
Kurumlar Adına
KESK Dönem Sözcüsü
TEKİN Müjde