Şubat 2012 Öğretmenlik İçin Başvuru ve Atama Kılavuzu'nun bazı maddelerinin durdurulması için açtığımız dava sonuçlandı.

09.08.2012

 

Şubat 2012 Öğretmenlik İçin Başvuru ve Atama Kılavuzunun; 2.11. maddesinde yer alan “Öğretmen olarak atananlar, atandıkları yerde adaylık süresi dahil en az dört yıl çalıştıktan sonra yer değiştirme isteğinde bulunabileceklerdir” ibaresinin ve Kılavuzda, ‘Açıktan ve kurumlar arası yeniden atama’ ile ‘Açıktan ilk atama, kurum içi ve kurumlar arası ilk atama’ ya yer verilmemesi nedeniyle eksik düzenlemenin, öncelikle dava sonuna değin yürütmesinin durdurulmasına, daha sonra iptaline karar verilmesi istemleri ile açtığımız davada;

Danıştay İkinci Dairesinin 08.06.2012 gün ve E.2012/1316 sayılı kararıyla, Kılavuzda, ‘Açıktan ve kurumlar arası yeniden atama’ ile ‘Açıktan ilk atama, kurum içi ve kurumlar arası ilk atama’ ya yer verilmemesi nedeniyle eksik düzenlemenin yürütmesinin durdurulmasına karar verilmiş, Kılavuzun 2.11. maddesinde yer alan “Öğretmen olarak atananlar, atandıkları yerde adaylık süresi dahil en az dört yıl çalıştıktan sonra yer değiştirme isteğinde bulunabileceklerdir” ibaresi ile ilgili yürütmenin durdurulması isteğimiz ise reddedilmiştir. Kılavuzun, yürütmesinin durdurulmasını istediğimiz ve reddedilen hükümlerin de yürütmesinin durdurulması istemiyle sendikamızca Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na itiraz edilmiştir.

Danıştay İkinci Dairesinin bu kararı uyarınca, Bakanlık öğretmen ataması yaparken ‘Açıktan ve kurumlar arası yeniden atama’ ile ‘Açıktan ilk atama, kurum içi ve kurumlar arası ilk atama’ için Yönetmelikte belirlenen oranda kadro açmak zorunda kalacaktır.

Kararı görmek için tıklayınız.

18.07.2012 günü yayımlanan Öğretmenlerin İl İçi Yer Değiştirme Kılavuzu’nun iptali için dava açtık.

26.07.2012

Dava dilekçesini görmek için tıklayınız.

Basına ve Kamuoyuna

Eğitim emekçilerine yönelik şiddet olaylarına her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Ülkemizin birçok eğitim kurumunda yaşanan saldırılar hafızalarımızda bu kadar canlıyken bu yaşananları her geçen gün farklı bir kentte ve okulda görmek artık mümkün.

Yaşanan bu saldırıların arkasında hükümetin uyguladığı kamunun dönüşümü politikalarının olduğunun bilinmesini isteriz. Göreve geldiği ilk günden bu yana emekçi düşmanı tutumunu sürdüren hükümet biz kamu çalışanlarına yönelik saldırıları adeta meşrulaştırmıştır.

Bu sürecin son halkası da eğitim alanında uygulanan politikalar olmuştur. Okullar ticarethane, öğrenci ve veliler müşteri, öğretmenler hizmeti veren köleler olarak görülmekte, ortaya çıkan her olumsuz durumda hizmeti veren ile alan karşı karşıya getirilmektedir. Başta Milli Eğitim Bakanı olmak üzere yetkililerin son zamanlarda eğitimcilere yönelik söylemleri, Alo 147 hattı ile öğretmenlerin ve okul yöneticilerinin fiili baskı altına alınmaları gibi birçok husus, öğretmenleri adeta kolay hedef haline getirmiştir.

Eğitim emekçilerine yönelik saldırılar sanıldığı gibi sadece veli ve öğrencilerden gelmemektedir. Öğretmenler, ekonomik, demokratik haklarını talep ederken devletin şiddetine, okullarda kimi zaman okul müdürlerinin, kimi zaman öğrencilerin kimi zaman kantincinin, kimi zaman servisçinin, kimi zaman da velilerin saldırılarına maruz kalmaktadır.buna bir yenisi de en son olarak Toros ilköğretim okulunda  yaşananlar eklenmiştir.

 Okul aile birliği başkanı Sercan ÜÇDAĞ ‘ın okulun son günü olan karne gününde sınıf öğretmeni üyemiz Hülya YÜZGEÇ‘e yaşanan bir öğrenci kavgasını ayırması sebebiyle hakaret ederek saldırması,  üzerine yürümesi ve“Sen de kimsin siz de öğretmen olduğunuzu mu zannediyorsunuz” gibi sözler sarf etmesi saygın bir meslek olan öğretmenliğin toplumun gözünde ne kadar da küçültülmeye çalışıldığının çarpıcı bir kanıtıdır.

Okul aile birliği başkanı Sercan ÜÇDAĞ’ın büyük bir özgüvenle öğretmenlere karşı aldığı tavır ve tutum ilk değildir ve buna yönelik saldırılar da benzer bir şekilde başka yerlerde,  gerekli önlemler alınmadığı müddetçe son olmayacaktır.

Eğitim Sen olarak üyemiz Hülya YÜZGEÇ’e yönelen bu şiddeti kınıyor ve okul aile birliği başkanı Sercan ÜÇDAĞ ‘ın bu tutumunun yanına kalmamasını ve acilen gerekli adımların atılmasını istiyoruz, Bu noktada başta İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve olayın yaşandığı Toros ilköğretim okulu müdürlüğünün öğretmenlerin güvenli çalışma ortamının sağlanması konusunda harekete geçmesini istiyoruz. Bu çirkin saldırıların peşini bırakmayacağımızı ve öğretmenimize uygulanan şiddeti nefretle kınadığımızı kamuoyuna bildiririz .

Eğitim Sen Adana Şube Yürütme Kurulu adına

Kamuran KARACA

Şube Başkanı

“Kürtaj tartışması”, gündemin ilk sıralarına yerleşti. Doğrudan bedenimize ve kimliğimize yönelik bu saldırgan tutumla, bu hakaret kokan üslupla ilk kez karşılaşmıyoruz. Zira “3 çocuk, yok yetmez, 5 çocuk” doğurun diyen, fıtrattan yaratılıştan” dem vuran, “kadın-erkek eşitliğine” inanmadığını her fırsatta tekrarlayan, Bakanlığın adından “kadını” çıkarıp, “aile” Bakanlığına dönüştüren Başbakan’ı ve müzmin kadın düşmanlığını biliyoruz/tanıyoruz. 

KADIN DÜŞMANI TAYYİP ERDOĞAN

Hitler’den beri aşina olduğumuz kilise-mutfak-çocuk üçgeni, buralara ithal edilmek, doğurganlığımız devletin savaşı yayma ve ucuz emek siyasetinin emrine verilmek isteniyor. Kaç çocuk doğuracağımızdan sonra, şimdi de, doğurup-doğurmama kararını, bizim yerimize vermeye, bedenimizi, hayatlarımızı zapt-u rapt altına almaya kalkıyorlar. Bu sermaye, devlet ve erkek işbirliğini, dini kılıfla sarmalama kurnazlığından da geri durmuyorlar.

 

Ey devlet; hükümet, başbakan, bakanlar, ilahiyatçılar… Ey erkekler; babalar, kocalar, sevgililer… Cinselliğimizden doğurganlığımızdan, bedenimizden size ne?

KÜRTAJ HAKKIMIZI TARTIŞMIYORUZ/TARTIŞTIRMIYORUZ

 

Söylenenlerin aksine,  kürtajın yasaklanmasının veya süresinin kısaltılmasının, bizleri sağlıksız ve güvenliksiz, “merdiven altı” yöntemleri kullanmaya iteceğini, her gün 5 kadının erkekler tarafından öldürüldüğü bu topraklarda, yeni kadın cinayetlerine yol açacağını biliyoruz. Bu nedenle kürtaj hakkının, sadece bedenimizin ve doğurganlığımızın denetimiyle değil, yaşam hakkımızla da doğrudan ilintili olduğunu hatırlatıyoruz.

 

KÜRTAJ HAKTIR, YASAKLAMAK İSE CİNAYET!

 

Var olan bu hakkı, süreyi kısaltarak elimizden almaya çalışmak bir yana, bu haktan yaygın olarak yararlanmamızın önündeki tüm engellerin kaldırılması gerekir. Ücretsiz, sağlıklı, güvenli, erişilebilir kürtaj hakkı için  mevcut düzenlemelerin genişletilmesini ve kürtaj süresinin pek çok ülkede olduğu gibi en az 12 haftaya çıkarılmasını istiyoruz.

ÜCRETSİZ, SAĞLIKLI, GÜVENLİ KÜRTAJ HAKKIMIZ!

 

Bedenimiz, doğurganlığımız, cinselliğimiz üzerinde erkeklerin de, devletin de
denetimine karşı çıkıyoruz. Kürtaja yol açan istenmeyen gebeliklerin sorumluluğunun, korunmayı reddeden, doğum kontrol yöntemlerini gündemine almayan erkekler olduğuna dikkat çekiyor ve erkekler için doğum kontrol merkezleri oluşturulsun istiyoruz.  

 

  CİNSELLİĞİMİZİ, DOĞURGANLIĞIMIZI, BEDENİMİZİ DENETLEYEMEZSİN-İZ

 

“Her kürtaj bir Uludere’dir” diyen Başbakan’ın aksine, kürtajın ve sezaryenin değil,

Uludere’nin cinayet olduğunu yüksek sesle tekrarlıyor, Uludere’de öldürülen

çocukları, bir özrü çok gördüğü Roboskilileri hatırlatıyoruz. 

 

KÜRTAJ HAKTIR, ULUDERE KATLİAM

 

Kadınlara yönelik bu son saldırıyı da, AKP’nin kadın düşmanı politikalarının bir parçası olarak gören bizler bir araya geldik. Ancak sözümüz sadece devlete/hükümete/başbakana değil, aynı zamanda devletle el el vermiş erkek egemenliğine de, erkeklere de… Bu böyle biline…

 

ERKEK, DEVLET, AKP…HEPİNİZ ELİNİZİ BEDENİMİZDEN ÇEKİN

 

Bu coğrafyanın dört bir yanından kadınlar hep birlikte söylüyoruz, söylemeye devam edeceğiz.

 

BENİM BEDENİM, BENİM HAYATIM, BENİM KARARIM

KÜRTAJ HAKTIR, KARAR KADINLARIN!

Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı’nın Eğitimde Yaşanan Sorunları Çözmek Yerine Eğitim ve Bilim Emekçilerinin Emeğini Aşağılamasını Protesto Ediyoruz!

 Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, eğitim-öğretim yılıboyunca her fırsatta eğitim emekçilerinin emeğini küçümseyen, yanlış bilgilerle öğretmenlerin “üç ay tatil yaptığını”,“az çalışıp çok para kazandığını”, “öğretmenlerin niteliksiz olduğunu ve az derse girdiklerini” iddia etmiş, 300 bini aşkın ataması yapılmayan öğretmene “başka iş bulmalarını”tavsiye ederek bütün eğitim emekçilerini karşısına almaktan çekinmemiştir.

Bakan Dinçer, eğitim öğretim yılı boyunca gazete ve TV’lere yaptığı her açıklamada, eğitim sisteminde yıllardır yaşanan kronik sorunların sorumluluğunu, gerçeği yansıtmayan verilerle öğretmenlerin, eğitim emekçilerinin üzerine yüklemek istemiş, çoğu zaman kullandığı ifadelerle ülkenin dört bir yanında fedakarca çalışan eğitim emekçilerinin emeğini aşağılamaktan çekinmemiştir.

Eğitim emekçilerine yönelik suçlamalar sadece Milli Eğitim Bakanı’nın açıklamaları ile sınırlı kalmamıştır. Kamu emekçilerinin toplusözleşme görüşmeleri sırasında Başbakan; “Bir öğretmenin en düşük olanı 1624 lira alıyor. Haftada 15 saat karşılığı alıyor. Peki, düz bir memur ne kadar çalışıyor? 40 saat. Bir de tatili var. Yılda iki ay. Düz memurun tatili 20 gün. Bu haksızlık değil mi?” şeklindeki büyük tepki çeken açıklamasıyla, tıpkı Milli Eğitim Bakanı gibi, eğitim emekçilerinin taleplerinden ve haklı mücadelesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. Gerek Bakan Dinçer’in, gerekse başbakanın her köşeye sıkıştıklarında eğitim emekçileri ile halkı karşı karşıya getirme çabaları, kelimenin tam anlamıyla ucuz politika esnaflığı anlamına gelmektedir.

Başbakan’ın izinden giden Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, daha önce Türkiye’deki ilköğretim öğretmenlerin yıllık 870 saatlerini okulda geçirdiğini, bu rakamın OECD ortalamasının 312 saat altında olduğunu iddia etmiş ve öğretmenleri “az çalışmakla” suçlamıştır. Bu sözleri onaylarcasına Başbakan’ın öğretmenlerin aldıkları ücreti tartışma konusu yapması ve bunun üzerinden politik çıkar sağlamaya çalışması dikkat çekicidir.

Başbakana ve Milli Eğitim Bakanı’na bir kez daha hatırlatmak isteriz ki, Türkiye’de öğretmenler sadece derslere girmemekte, bunun yanı sıra, özellikle son yıllarda yaygınlaşan Toplam Kalite Yönetimi,İlköğretim Kurumları Standartları (İKS) uygulamaları, TEFBİS, ADEY, RİDEF vb ek işlerin yanı sıra, ders dışı zamanlarda ortalama 3600 anket sorusunu yanıtlamak, yine ders dışı zamanlarda bakanlığın ödenek ayırmadığı okullara bağış toplamak için kermes düzenlemek vb gibi çok sayıda angarya işlerle ders dışı zamanlarda da yoğun bir mesai harcamaktadır.

 Gerek Başbakan, gerekse Milli Eğitim Bakanı,eğitimin niteliğinin eğitim emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarıyla doğrudan ilişkili olduğunu unutmaktadır. Kaldı ki AKP’nin ve MEB’in asıl derdi ne eğitim sisteminin sorunlarına kalıcı çözümler üretmek, ne de eğitim emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmektir.

 Son 10 yıldır yaşadığımız sorunlar, eğitimde güvencesiz ve esnek istihdamın kalıcı hale getiren politikaların hayata geçirilmesişeklinde olmuştur. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, AKP’nin yıllardır katı bir şekilde uyguladığı sermaye yanlısı politikalar nedeniyle eğitim emekçilerinin yüzde 80’i borç batağındadır ve üçte ikisi geçinebilmek için ek iş yapmak zorunda bırakılmıştır.

 Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı, Türkiye’de öğretmenlerin, eğitim ve bilim emekçilerinin ve diğer kamu emekçilerinin aldıkları ücreti, çalışma ve yaşam koşullarını elbette çok daha iyi bilmektedir. Buna rağmen her fırsatta eğitim emekçilerinin emeğine hakaret ederek, kamuoyuna yalan yanlış bilgiler vererek ucuz politika esnaflığıyaparak, ülke yönetiminde ve eğitim sisteminde bugüne kadar yaptıkları yanlışların üzerini örtmeleri mümkün değildir.

 Gerçekleri yansıtmayan çeşitli bahanelerle politikalarına toplumsal rıza sağlayabileceğini sananları bir kez daha uyarıyoruz. Sendikamız, bin bir güçlükle görevlerini yerine getirmeye çalışan eğitim emekçilerinin haklarının gasp edilmesine ve emeklerine hakaret edilmesine izin vermeyecektir.

 Eğitim Sen olarak, 2011–2012 eğitim öğretim yılının son gününde Başbakana ve Milli Eğitim Bakanı’na son kez sesleniyoruz; yıllardır ülkenin dört bir yanında bin bir sorunla boğuşarak görevlerini yerine getirmeye çalışan eğitim emekçilerinden özür dilemenizi ve her fırsatta eğitim emekçilerinin emeğini aşağılamaktan vazgeçmenizi talep ediyoruz.08.06.2012

 

Şube Yürütme Kurulu Adına

Kamuran KARACA

Şube Başkanı

Değerli Basın ve Kamuoyuna

Furkan Eğitim ve Hizmet Vakfının 02 Haziran 2012 Cumartesi günü Saat:19.00-23.00 arası halka açık olmak üzere “İstanbul’un Fethi ve mesajı” konulu konferans düzenlemek istedikleri ile ilgili yazıları üzerine okullarda afiş asmalarını uygun gören yazıyla il milli eğitim müdürlüğünün 29.05.2012 tarih ve 21997 sayılı yazıyla afiş asılmasına olur verilmiş ve okullara gönderilmiştir.

Furkan Vakfı’nın çalışmalarına bakıldığında, dinsel etkinliklerin ağırlıklı olduğu ve belli siyasi çizgi etrafında çalışmalar yaptığı görülecektir. Aynı kurumunun sitesinde konuyla ilgili yaptığı çağrı fragmanı incelendiğinde de bu yaklaşımı görmek mümkündür.

AKP iktidarının 4+4+4 eğitim modelindeki hedefleri, Başbakanın “Dindar Gençlik” açıklamaları, evrim kuramına dönük üniversite ve liselerde ki yönelimlerine ek olarak okullara gönderilen bu yazı genel gidişatın hangi yönde olduğunu bizlere fazlasıyla göstermektedir.

Böyle bir gününün, dinsel ve siyasal eğilimleri olan kurumların çalışmasıyla okullarda duyurusunu yapmak kabul edilemez. Eğitimin bilimsel ve laik boyutuna hizmet edecek çalışmalar yapılacaksa Milli Eğitim Bakanlığı üzerinden belirli gün ve haftalar programı içerisine alınması anlaşılır bir durumdur. Ortak değerlerin geliştirilmesi ve eğitim kurumlarında işlenmesi kimsenin reddedemeyeceği bir  gerçekliktir.

Eğitim ve çocuk gelişimini etkileyebilecek etkinliklerin dışında, Furkan Vakfı gibi kurumların düzenlediği konferans üzerinden okullara her türlü vakıf ve örgütün afişinin asılmasının yolunun açılması okuldaki barışçıl ortamı sıkıntıya sokabilir. “ Bu tür afişlerin okullara asılmasına izin verilmesini şiddetle eleştiriyor, bu konudaki kararın Adana Milli Eğitim Müdürlüğünce düzeltilmesini bekliyoruz.

 

Şube Yönetim Kurulu Adına

Kamuran KARACA

Eğitim Sen Adana Şube Başkanı

2012/2957 sayılı ”Okul Sütü Programı Uygulama Esasları Hakkında Bakanlar Kurulu Kararı” ve Kararnameye ilişkin ”Okul Sütü Programı Uygulama Tebliği”ne göre gerçekleştirilen proje, ana sınıfından beşinci sınıfa kadar ilköğretim okulu öğrencilerini kapsıyor.

 Proje ile ülke genelinde 32 bin 574 okulda 5 gün süreyle dağıtılacak UHT sütün, 7 milyon 200 bin öğrenciye 200 mililitrelik kutular halinde ulaştırılacağı açıklanırken, “piyasada oluşacak süt arzı fazlasının alınarak üreticiyi düşük fiyat baskısından korumayı amaçlıyor” ifadelerine de yer veriliyor.

 Bu proje kapsamında ilimizde de bugün sabah dağıtılmaya başlanılan sütten 24 Kasım İlköğretim Okulunda 50 civarında öğrenci zehirlenme belirtisiyle çeşitli hastanelere kaldırılmıştır. Numune Hastanesi, Çukurova Devlet Hastanesi, Ortadoğu Hastanesi)

Çocukları rahatsızlanan veliler ilk tepkililerini okul idarelerine ve öğretmenlere yöneltmiş ve tartışmalar sırasında bazı idareci ve öğretmenler tartaklanmıştır.

 AKP hükümetinin süt üreticilerinin stoklarında kalan sütleri eritmek adına başlattığı projede dağıtılan bu sütler daha ilk gün Adana’da ve Türkiye’nin birçok ilinde öğrencileri zehirlemiştir.

 Süt Dağıtımı sağlık şartları yönüyle birçok soru işaretini içinde barındırırken bozuk olmadan illere yollandığı bile düşünülse,  buzdolaplarında tutulması gereken sütlerin okul salonlarında gelişi güzel yerlere koyulmasıyla zaten bozulmaması mümkün değildir. Kimsenin çocuklarımızın sağlığı ile oynama hakkı yoktur.

 Bugün zehirlenmelere yol açan süt dağıtımı uygulaması konusunu Milli Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı yeniden değerlendirmeli ve durdurmalıdır.02.05.2012

Eğitim Sen Adana Şube Yürütme Kurulu Adına

Kamuran KARACA

Şube Başkanı

Eğitim Sen Merkez Yürütme Kurulu'nun "Kendi Yarattığınız Sorunu Fen Edebiyat Fakültesi Öğrencilerini Mağdur Ederek Çözmekten Vazgeçin!" başlıklı açıklama metnidir.

24.04.2012

 

YÖK’ün 5 Nisan’da aldığı karar ile Fen Edebiyat Fakülteleri’nde okuyan öğrenciler için pedagojik formasyon alarak öğretmen olabilmenin yolu kapatılmıştır. Fen Edebiyat Fakültelerinin mevcut öğrencilerinden pedagojik formasyon almış olanların karardan etkilenmeyeceği söylenmesine rağmen ortada ciddi bir mağduriyet olacağı açıktır.

Eğitim Sen olarak önceden de belirttiğimiz gibi, öğretmenlik mesleğinin Eğitim Fakülteleri mezunlarınca icra edilmesinin esas alınmasından yanayız. Bununla birlikte, şuan halihazırda öğretmen olarak çalışan Fen Edebiyat Fakültesi mezunu öğretmenlerimiz de tıpkı eğitim fakültesi mezunu öğretmenlerimiz gibi, büyük bir özveri ve saygınlıkla öğretmenlik görevlerini yürütmektedirler. Milli Eğitim Bakanlığı’nın deyim yerindeyse zamanında mavi boncuk dağıtıp bugün atamasını yapmadığı 300 bini aşkın öğretmen adayı içinde de tıpkı halihazırda istihdam edilenler gibi Fen Edebiyat Fakültesi mezunu olup pedagojik formasyon alan kişiler bulunmaktadır.

Kısa zaman öncesine kadar üniversite açabilmenin koşulu olarak Fen Edebiyat Fakültesi kurulması zorunluydu. AKP döneminde sayıları artan üniversiteler bünyesinde de yeni Fen Edebiyat Fakülteleri açıldı. Ancak ne yazık ki bugün, 184 Fen Edebiyat fakültesinde temel bilimler eğitimi alan öğrencilerimize öğretmenlik dışında kendi meslekleri ile ilgili istihdam olanağı sunulmamaktadır.

Daha önce de 2009 yılında YÖK bu fakültelerin öğrencilerinin lisans eğitimi sırasında formasyon almasını öngörmüştür. Sendikamız bu düzenlemeyle Eğitim Fakülteleri öğrencilerinin dezavantajlı konuma düşürüldüğünü belirterek dava açmıştır. Bu davada düzenlemenin ileride işsiz öğretmen kitlesini büyüteceği ifade edilmiş, eğitimin salt ilave pedagojik formasyon dersleriyle edinilebilecek bir uzmanlık olmadığı belirtilmiştir.

Bugün Türk Eğitim Sen gibi sendikaların söz konusu davanın gerekçesi ile ilgili bilgiyi çarpıttığı görülmektedir. Davanın gerekçesi, Eğitim Fakültesi öğrencilerinin 5 yıllık eğitim içinde formasyon alarak öğretmen olabilmeleri, Fen Edebiyat Fakültesi öğrencilerinin ise 4 yıllık eğitimleri içinde aynı formasyonu alarak öğretmen olmaları, yani Eğitim Fakülteleri öğrencilerinin dezavantajlı duruma düşürülmelerine itiraz edilmesi şeklindedir.

Aynı şekilde yine geçmişte uygulanan, yüksek lisans ile pedagojik formasyon edinme uygulaması da üniversiteler açısından para kaynağı olarak algılanmış, formasyon parayla satılır hale getirilmiştir. Kısacası söz konusu fakültelere girerken eğitim alanında istihdam beklentisi taşıyan bu öğrencilerimizin bugün içine düşürüldükleri durum kendi tercihlerinden değil şimdiye kadar uygulanan eğitim ve istihdam politikalarından kaynaklanmaktadır. Bugün, ücretli öğretmenlik adı altında bırakın Eğitim Fakültesi veya Fen Edebiyat Fakültesi mezununu, örneğin İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunu bir kişiyi dahi güvencesiz şartlarda ve ucuz emek olarak istihdam etmeyi sürdüren MEB’in öğretmen istihdamı sorununu Fen Edebiyat Fakültesi öğrencilerini mağdur ederek çözmeye çalışması kabul edilemez. Kendi yarattığı sorunun altından kalkamayan Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK yanlış politikaların bedelini öğretmen olma beklentisiyle Fen Edebiyat fakültelerini tercih eden öğrencilere ödetmeyi istemektedir.

Böylesi bir karar ancak, eğitim öğretimin nitelikli biçimde gerçekleşmesini mümkün kılacak sayıda öğretmen ataması yapıldıktan, atama bekleyen öğretmenlerin istihdamı sağlandıktan sonra, pek çoğu yatırım bekleyen, iktidarın işlevsizleştirmeye çalıştığı eğitim fakültelerinin de nitelikli hale getirilmesiyle anlamlı olabilir.

Roboski, Gezi, Soma, Şırnak’tan Sonra Lice… AKP ne zaman sorunların çözümü için bir çalıştay düzenlese, ne zaman yeni bir sürece girildiğinin mesajını verse yeni bir saldırı ve baskı dalgası ile karşılaşmaktayız. Roman, Alevi ve kamu emekçileriyle ilgili yapılan çalıştaylardan sonra sorunların çözümü bir yana eski politikalar inceltilerek ve yaygınlaştırılarak devam ettirilmiştir. Diyarbakır'da yapılan "çözüm çalıştay"ından hemen sonra ise çözümsüzlüğü derinleştirecek Lice'de sivil halka karşı gerçek mermilerin kullanıldığı saldırı gerçekleşmiştir.

Lice İlçesi'ne bağlı Biryas köyünde kalekol ve yeni karakollara karşı nöbet tutan silahsız halka askerlerce ateş açılması sonucunda Ramazan Baran ile Hacı Baki Akdemir adlı iki vatandaşımızın yaşamını yitirmesi ve bir gencimizin de yaşam mücadelesi vermesi AKP Hükümetinin gerilimi tırmandırma ve Kürt sorununun çözümünde adım atmamaktaki ısrarının bir sonucudur.

Başbakan’ın, “Aksi halde B ve C planlarımız devreye girecektir.”, “…Gezizekalılar”  gibi açıklamaları başta olmak üzere askeri yetkililerin olaydan bir gün önce “… imha edileceksiniz” şeklindeki anonsu, Diyarbakır’da yapılan çalıştayda Yalçın Akdoğan ve Beşir Atalay’ın “Güvenlik güçleri devreye girecektir” şeklindeki demeçleri ve bir kısım medyanın kışkırtan, saldırı çağrısı yapan yayınları da göstermektedir ki katliam adım adım ve göz göre göre gelmiştir.

AKP'nin bir yandan çözümden bahsetmesi diğer yandan ise silahlanmaya bütçeden devasa miktarlarda kaynak ayırmaya devam etmesi, kalekolların yapımını hızlandırması, yeni korucu kadroları açması, bölgeye yeni özel tim birlikleri göndermesi ve halkı birbirine karşı kışkırtıcı özel politikalar uygulaması ne kadar samimi olduğunu da ele vermektedir! Bu durum bölge halkında doğal olarak tepkiye yol açmış, barış talebiyle çatışmalı bir sürecin önüne geçmek için insiyatif geliştirmesine neden olmuştur.

Bu haklı talep etrafında geliştirilen her türlü demokratik eylem ve etkinlik meşrudur, yasaldır. Meşru olmayan halkın demokratik haklarını kullanmalarına karşı tahammülsüzlük ve saldırıdır.

AKP’nin çözüm için adım atmamakta ısrar etmesi, buna rağmen ortada karşılıklı devam eden bir süreç varmış gibi bir algı oluşturması ve süreci siyasal hesaplarına kurban etmesinin daha vahim olayların yaşanmasına neden olacağı kaygısını taşıyoruz. Diyarbakır’da yapılan çalıştay ile güya çözüm sürecinin yol haritası çıkarılacaktı. Eğer yol haritası Roboski ve Lice ise AKP’nin gittiği yol yol değildir. Yine bu saldırıyla toplumsal muhalefete karşı toma, gaz, plastik mermi ile yetinilmeyeceği mesajı verilmek isteniyorsa AKP ateşle oynadığını bilmelidir. İnsanı ve demokrasiyi öncelemeyen bu güvenlik stratejilerinden bir an önce vazgeçilmelidir.

Lice halkı yalnız değildir. Lice’de vatandaşlarımızın yaşamını yitirmesine neden olan olayın sorumluları derhal yargı önüne çıkarılmalı, hesap vermeleri sağlanmalıdır. Gerilimi düşürecek adımlar derhal atılmalı, hükümet temel hak ve özgürlüklerin kullanımını zor ve şiddetle engellemekten vazgeçmelidir.

Saldırıyı kınıyor, yaşamını yitiren vatandaşlarımızın ailelerine ve yakınlarına başsağlığı ve metanet, yaralılara acil şifalar diliyoruz.

Barış, kardeşlik, eşitlik için Kürt sorunu demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülmeli ve Kalekol inşaatları derhal durdurulmalıdır.

 

Lice’deki katliamda yaşamını yitiren insanlarımızın yakınlarına ve halklarımıza başsağlığı diler, ülkenin dört bir yanında haklarını arayan, özgürlük isteyenlere karşı şiddetle karşılık veren AKP faşizmine karşı sokağın birleştirici gücüyle hareket edeceğimizi kamuoyuna saygı ile duyururuz. 10.06.2014

Tekin MÜJDE

SES Adana Şb.

KESK Dönem Sözcüsü

YİNE MADEN KAZASI, YİNE ÖLÜM, YİNE TAŞERONLAŞTIRMA.

Her geçen yıl artan iş kazaları, yaralanmalar, sakat kalmalar, ölümler işçilerin alın yazısı mıdır? Elbette, bu durumun kader olmadığı açıktır. Esnek, kuralsız, taşeron çalışmanın, aşırı kar hırsının, rekabet adına işçinin hayatının yok sayılması bu ölümlerin önemli bir nedenidir.

Değerli basın, değerli kurum temsilcileri;

Dünyada 132 ülke arasında toplam kömür üretim değeri itibarıyla 28‘inci sırada yer alan ülkemiz, maden çeşitliliği açısından ise 10‘uncu sırada bulunuyor. Almanya'nın ise en önemli doğal kaynağı kömür. Almanya dünyanın en büyük kömür üreticisi. Ülkede 2.5 milyar ton taş kömürü ve 40.5 milyar ton linyit rezervi bulunuyor.

Almanya'da bile 'maden' gibi hassas bir konu tamamı ile devlet kontrolündeyken Türkiye madenleri 2004 yılından itibaren taşeronlara açılıyor ve ölümler 3 kata kadar artıyor. Sonrasında ise işçi ölümleri gördüğünüz gibi.

TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK MADEN FELAKETİ KOZLU'DA: 263 CENAZE.

SOMA’DA İSE 205 CENAZE.

3 Mart 1992 tarihinde Zonguldak'ın Kozlu ilçesindeki taş kömürü maden ocağında zincirleme grizu patlamaları nedeniyle 263 maden işçisi hayatını kaybetti. Bu elem olay yakın tarihimizin en büyük faciaları arasında yer alıyor.

Almanya madenlerinde 2013 Ekim ayına kadar 40 yıllık süre zarfında hiç ölüm meydana gelmiyor. Ayrıca son yasa değişikliyle birlikte 2018 yılına kadar tüm maden ocaklarının kapatılması isteniyor. Bu kararın alınmasındaki neden ise 2013 yılında meydana gelen kazadaki 3 maden işçisinin ölümü.

 

Değerli basın, değerli kurum temsilcileri;

Ülkemizi 11 yıldır AKP hükümeti yönetmektedir. Bu 11 yılda 10 binden fazla işçi yaşamını iş cinayetlerinde yitirmiştir. 2008 yılında 865, 2009 yılında bin 171, 2010 yılında bin 434, 2011 yılında 696, 2012 yılında 878, 2013 yılında bu rakam 1235’e yükselmişken, 2014 yılının ilk altı ayında ise iş cinayetleri dünü aratmayacak şekilde hızından bir şey kaybetmemiş şekliyle devam etmektedir. Başka bir ifadeyle son on yılda iş kazasında hayatını kaybedenlerin sayısı yüzde 13,5 artmış durumdadır.

Türkiye, ölümlü maden kazaları sıralamasında ise ilk sırada. Uluslarararası Çalışma Örgütü verilerine göre, Türkiye’de maden işçisi ölümleri oranı Avrupa ortalamasının 4.5 katı. Uzmanlar, Türkiye’deki maden kazalarının yüzde 95’inin ise önlenebilir nitelikte olduğunu kaydediyor.

Bu yaşananları kaza olarak, ya da takdiri ilahi diyerek gösterenler; gerçeği gizlemek, sorumluluktan kaçmak istemektedirler. Bu yaşananlar işçilere köle muamelesi çeken zihniyetin eliyle işlenmiş birer cinayetlerdir. Patlamalardan, göçük ve ‘kazalardan’ sonra bir mühendisi günah keçisi olarak gösterip tutuklamak, ya da göstermelik bir iki soruşturma sürdürmek bu cinayetleri engellemediği gibi yenilerine davetiye çıkarmaktadır.

Tuzla Tersanelerinde, Ankara Ostim’de, İstanbul Davutpaşa’da, Esenyurt ve Zonguldak Maden Havzasında ve ülkemizin her karış toprağında yaşanan ölümlerden, patronların her istediğini iki etmeden yerine getiren, işçileri köle koşullarında çalışmaya mecbur kılan AKP hükümeti patronlarla el ele vererek, köleliği ve ölümleri olağan görmeye ve göstermeye çalışıyor.