Baskı, Gözaltı ve Tutuklamalara, Güvencesizliğe, Kadın Cinayetlerine ve Savaşa Karşı 8 MART’TA HİZMET ÜRETMİYORUZ!
Dokuma İşçisi Kız kardeşlerimizin Yaktığı Meşale Yolumuzu Aydınlatmaya Devam Ediyor!
08.03.2012
NewYork’lu dokuma işçisi kadınların bir buçuk asır öncesinde yaktığı direniş meşalesi halen yanmaya ve eşitlik, özgürlük, adalet ve barış arayan kadınların yolunu aydınlatmaya devam ediyor.
Bugün dünyanın dört bir yanında ve Türkiye’de kadınlar sokaklarda, meydanlarda eşitliği, özgürlüğü, barışı ve kardeşliği haykırıyor. Ulusal, sınıfsal ve cinsel sömürüye, her türlü eşitsizliğe ve şiddete karşı, eşitliği, özgürlüğü, adaleti ve barışı savunuyor. Sadece kendileri için değil tüm insanlık için.
Bizler de, eğitim ve bilim emekçisi kadınlar olarak bugün her zamankinden daha kararlı ve dirençli bir şekilde sokaklarda olacağız. Baskılara, göz altılara, emeğimize göz diken güvencesizleşmeye, hayatımıza kast eden kadın cinayetlerine ve savaşa karşı çıkmak için sesimiz her zamankinden daha gür çıkacak.
TÜM ETKİNLİK FOTOGRAFLARI İÇİN TIKLATIN
Ataerkil Devlet Şiddetine ve Neo-liberal Saldırılara Karşı Yılmayacağız!
Devletin biz emekçi kadınlar üzerindeki ataerkil şiddeti ile muhafazakâr ideolojiden beslenen neo-liberal güvencesizleştirme politikaları bugün her zamankinden daha pervasızlaşmıştır. Geçmişte sendikal örgütlenme ve demokratik hak arama mücadelemizi engellemek için geliştirilen soruşturma ve sürgün politikaları bugün gözaltı, baskı ve tutuklama terörüne dönüştürülmüştür.
Baskı, gözaltı ve tutuklama terörünün hedefine ise kadın sendikacılar alınmıştır.
En son tutuklamalar KESK Kadın Sekreteri arkadaşımızla birlikte konfederasyonumuza bağlı sendikaların Kadın Sekreterleri ve aktif kadın üyelere yönelmiştir.
Bunun anlamı çok açıktır: Bir yandan her fırsatta kadınlardan üç çocuk doğurmasını isteyen öte yandan da neo-liberal sömürü çarklarına esnek, güvencesiz ve ucuz emek gücü yaratmak isteyen sistem, haklarına sahip çıkan, daha özgür ve barış içinde bir ülke hayal eden, örgütlenen ve örgütlülüğünü eylem gücüne dönüştüren kadınlara tahammül edememektedir.
Kadın Sendikacılar, AKP’nin Arzuladığı Kadın Modeline Uymadıkları İçin Tutuklanıyor;
Başta KESK Kadın Sekreteri olmak üzere tutuklanan kadın sendikacılar AKP’nin arzuladığı edilgen, kolay sömürülebilir ve gerektiğinde eve kapatılabilecek kadın modeline uymadıkları için tutuklanmışlardır.
Her gün en az üç kadının öldürüldüğü ülkemizde, savcılığa suç duyurusunda bulunup koruma isteyen kadınları dahi koruyamayan ve katilleri cezalandırmayan devlet, kadın cinayetlerine “Dur” diyen sendikacı kadınları tutuklamıştır.
Eğitimde cinsiyet eşitsizliğine son vermeyen, aksine giderek derinleştirecek politikalara imza atan devlet, eğitimde cinsiyet eşitliğini savunan kadın eğitimcileri tutuklamıştır.
Kırk binden fazla insanın yaşamına mal olan savaşı bitirebilecek olanaklara sahip olduğu halde savaşta ısrar eden devlet, barış isteyen kadınları tutuklamıştır.
Tutuklanan arkadaşlarımızın suçu çok büyük. Çünkü ailede, sosyal yaşamda, çalışma hayatında ve eğitimde eşitliği savunuyorlar.
Savaşa karşı insan hayatını ve sorunların demokratik barışçıl yollardan çözülmesini savunuyorlar.
İnsan onuruna yaraşır bir işte, güvenceli, kadrolu bir şekilde çalışmayı savunuyorlar.
Eğitimin eşit, parasız, nitelikli ve erişilebilir olmasını savunuyorlar.
Onları tutuklayanlar çok iyi bilsinler ki;
Tutuklanan arkadaşlarımız yalnız değildir!
Biz binlerce Eğitim ve Bilim emekçisi kadın, bu 8 Mart gününde diyoruz ki,
Soruşturmalarınız, sürgünleriniz bizi yıldırmadı.
Tutuklamalarınız da yıldıramayacaktır.
Aksine, susmadık, susmayacağız,
Barışı, eşitliği, özgürlüğü, hakça bir yaşamı, onurlu çalışmayı, eğitim hakkından eşit bir şekilde yararlanmayı savunmaya devam edeceğiz.
8 Mart’ta Hizmet Üretmeyeceğiz!
Kararlılığımızı göstermek, sesimizi duymak istemeyenlere duyurmak için 8 Mart’ta hizmet üretmeyeceğiz. Dünyada 8 Mart’ın tatil ilan edildiği aralarında Çin, Moldova, Tacikistan’ın da olduğu 21 ülkedeki kız kardeşlerimiz gibi 8 Mart günü sokaklarda, meydanlarda olacağız.
Her Gün 8 Mart, Her Yer Mücadele Alanı!
Ayrıca bilinmesini isteriz ki;
Mücadelemiz 8 Mart günü ile sınırlı kalmayacak. Biz Eğitim ve Bilim Emekçisi kadınlar için arkadaşlarımız serbest bırakılana, tutuklama terörüne son verilene, örgütlenme ve sendikal faaliyet önündeki engeller ortadan kalkana, eğitimde ve çalışma yaşamında cinsiyet eşitsizliğine son verilene kadar her gün 8 Mart her yer mücadele alanı şiyarıyla mücadelemizi yükselteceğiz.
Baskılarınıza verilecek en iyi cevabın daha güçlü örgütlenme olduğunu biliyoruz.
Eğitimde cinsiyet eşitliğinin sağlanması, müfredatta ayrımcı, dışlayıcı ve şiddet içeren unsurların temizlenmesi amacıyla 7 Mart’ta gerçekleştirdiğimiz MOR TAHTA eylemi ardından “KADINLAR KADINLARI ÖRGÜTLÜYOR, KADINLAR EĞİTİM SEN’LE GÜÇLENİYOR, EĞİTİM SEN KADINLARLA BÜYÜYOR” adıyla örgütlenme kampanyamızla örgütlü gücümüz her alanda arttırarak 8 Mart ruhunu bütün bir yıla taşıyacağız.
Örgütlenme kampanyamız ile birlikte baskı, gözaltı ve tutuklamalara, güvencesizliğe, kadın cinayetlerine ve savaşa karşı mücadelemizi daha da yükselteceğiz.
Mücadelemiz;
Tutuklu arkadaşlarımız serbest bırakılana,
Tüm çalışanlar, iş güvencesine, eşit ve adil ücrete ve sosyal güvenlik hakkına kavuşana,
Grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı önündeki engeller kaldırılana,
Sağlık ve eğitimin ticarileştirilmesine son verilene,
Sözleşmeli, kısmi zamanlı geçici öğreticilik ve ücretli öğretmenlik gibi uygulamalar son bulana,
Öğretmenler kadrolu olarak istihdam edilene ve kıdem esasına göre ücretlendirmeye geçilene
Cinsiyete dayalı rol ayrımının ortadan kaldırılana, bakım yükümlülüklerinin dengeli bir biçimde paylaşılması için gereken her türlü düzenleme hayata geçirilene,
Kapatılmış kreşler tekrar açılana,
İşyerinde cinsel tacize karşı koruyucu tedbirler alınana,
ILO'nun “Aile Sorumlulukları Olan Kadın ve Erkek İşçilere Fırsat ve Davranış Eşitliği Sağlanması”na İlişkin 156 sayılı sözleşmesi ülkemiz tarafından onaylanana kadar devam edecektir.
Emeğimiz, bedenimiz kimliğimiz bizimdir.
Yaşasın 8 Mart, Yaşasın Kadın Dayanışması!
DARBELERLE HESAPLAŞILMADIKÇA, KATLİAMLAR “ÖRTÜLÜ” KALACAKTIR!
BARIŞ İÇİN, KARDEŞKANI DÖKÜLMEMESİ İÇİN, DARBELERDEN, KATLİAMLARDAN, İŞKENCECİLERDEN HESAP SORMAK İÇİN ALANLARDAYIZ
12 Mart 1971 Darbesi ve 12 Mart 1995 Gazi Mahallesi katliamı, Türkiye'nin yakın tarihinde, önemli dönüm noktalarındandır. Bunların dışında unutulmaması gerekenlerde var elbette. Maraş, Sivas ve Roboski katliamları. Yanıbaşımızda ise Halepçe’yi nasıl unutabiliriz. Kimyasal silahlarla katledilen binlerce insan, çocuk ve kadın Kürt oldukları için katledildiler. Açıklamamıza tüm katliamları nefretle kınayarak başlamak istiyoruz.
Değerli basın, değerli kurum temsilcileri;
AKP Hükümeti, demokratikleşmeden, geçmişle hesaplaşmaktan söz ediyor. Ama geçmiş ve bu gün yaşananlar bunu yalanlıyor. 12 Mart 1971 Askeri darbesinin 41. yılı aynı zamanda Gazi ve Ümraniye katliamlarının yıldönümü. Ayrıca Sivas katliamının zaman aşımı tehdidi ile karşı karşıya kaldığı günlerden geçiyoruz.
Aradan geçen yıllara rağmen, Türkiye’nin darbelerle ve karanlık tertiplerle hesaplaşamadığını gösteren üç tarihi olay üst üste binmiştir. AKP bu üç tarihi gelişme karşısında da, geçmişin üstünü örten ve bu icraatları gerçekleştirenlerle uyum içindedir.
12 Mart Darbesi ilerici güçlere, demokrasi ve özgürlük isteyenlere, işçilere, emekçilere, aydınlara ve gençlere yönelik bir kıyım dönemi oldu. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam sehpasında, Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve arkadaşları Kızıldere’de, Sinan Cemgil ve arkadaşları Nurhak dağlarında, İbrahim Kaypakkaya işkencede katledildiler.
31 yıl önce 16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi’nde okuyan ilerici, devrimci öğrenciler okullarının önünde atılan ABD damgalı tahrip gücü yüksek bir TNT bombası! Bombanın patlaması sonucunda yürekleri eşitlik ve özgürlük için atan yoldaşımız olan 7 genç Beyazıt Meydanı'nda katledildi. Bu katliam, ülkemizdeki en büyük öğrenci katliamlarından biri olarak tarihe geçerken, mahkemeye ulaşmayan evraklar, bir türlü sanık sandalyesine oturtul(a)mayan faillerle, dava üç yıl önce zaman aşımına uğradı.
Binlerce aydın, akademisyen, genç cezaevlerine dolduruldu. İşçi ve emekçilere, köylülere yönelik saldırı, uyanış içindeki hareketi darbenin zoruyla durdurmaktı.
Ancak katliamlara, zorbalığa ve yaşatılan büyük acılara rağmen, işçi ve emekçi hareketi, halkın baskı ve sömürüye karşı mücadelesi giderek büyüdü. Egemenler 12 Eylül darbesi ile daha kapsamlı bir saldırıya geçtiler.
Darbelerle de yetinmeyen egemen güçler, Kürtlere, Alevilere, Ermenilere, gençliğe ve uyanış içindeki kesimlere yönelik tertip ve katliamlar sergilediler. Maraş katliamı, Çorum ve diğer katliamların bir devamı olarak Sivas katliamı gerçekleştirildi. Gazi katliamı ve katliamı protesto eden Ümraniye halkına yönelik olarak gerçekleştirilen katliam da aynı merkezlerden koordine edilen karanlık tertiplerdir.
12 Mart Darbesinin 41. yılında, 23 kişinin katledildiği Gazi katliamının 17. yılında hala darbecilerle ve katliamları tertipleyen karanlık güçlerle hesaplaşılamamıştır. Darbelerle hesaplaşmaktan söz eden AKP Hükümeti, Gazi katliamının üstünü örtmüş, katliamı gerçekleştirenlerle kader ortağı haline gelmiştir. Sivas katliamı karşısında gösterdiği tutum, AKP Hükümetinin katliamlar ve darbeler karşısındaki duruşunun göstergesidir. Sivas katliamının sanıkları korunmuş kollanmış, katliamın arkasındaki güçler açığa çıkarılmamış ve dava zaman aşımı tehdidi ile karşı karşıya bırakılmıştır.
Bizler, darbelerle hesaplaşmadan, Türkiye’nin karanlık tarihi aydınlatılmadan, halka zulmedenler ve zulüm mekanizması lağvedilmeden gerçek demokrasiden söz edilemeyeceğini düşünmekteyiz. Darbelerden, darbecilerden ve katliamı tertipleyen güçlerden hesap sormanın yolu halkın örgütlü gücünden geçmektedir.
Bizler, halka dayanan, halkın gücünün aydınlığa çıkaracağına duyduğu güvenle, darbeleri ve katliamları lanetlemenin yanısıra, halkımızı da karanlık tarihin aydınlatılması için mücadeleye çağırıyoruz.
Değerli basın, değerli kurum temsilcileri;
Esenyurt’ta Marmara Park alışveriş merkezinin inşaatında çalışan işçiler kaldıkları çadırda çıkan yangın sonucu yaşamlarını yitirdiler.
Yine barınma sorunu kaynaklı toplu bir işçi katliamı yaşandı ve 11 canımız aramızdan ayrıldı. Adana Gökdere Barajı’nda daha 6 işçinin cenazeleri bulunamamışken ve medya her geçen gün artarak devam eden işçi ölümlerini görmezden gelirken, 11 canımız aramızdan ayrıldı.
İş cinayetlerinin ve iş kazalarının sorumlusu kapitalizmdir, kar hırsıdır, ucuz işgücüdür. Bu cinayetlerin de diğer katliamlardan bir farkı yoktur. Tüm katliamları, işcinayetlerini görmezden gelenleri, darbeleri, gözaltı terörü ile ülkeyi dikansiz gül bahçesine dönüştürmek isteyenleri şiddetle kınayarak açıklamamızı bitiriyoruz. Saygılarımızla. 12.03.2012
KESK ADANA ŞUBELER PLATFORMU, DİSK ADANA BÖLGE, ADANA TABİP ODASI,
İHD, ALEVİ KÜLTÜR DERNEKLERİ, PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR DERNEĞİ, TUNCELİLER DERNEĞİ, DİP, ÖDP, TKP, HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ
(BDP, EDP, EMEP, ESP, TÖP, SDP, SGH, Sosyalist Parti, Türkiye Gerçeği, Kaldıraç) adına
Güven BOĞA
ZORUNLU EĞİTİM İDEOLOJİK HEDEFLER ÜZERİNDEN DEĞİL, PEDAGOJİK İHTİYAÇLAR GÖZ ÖNÜNDE BULUNDURULARAK DÜZENLENMELİDİR!
Bir süredir ülke gündemini meşgul eden 12 yıl kademeli zorunlu eğitim tartışmaları, milyonlarca öğrenci başta olmak üzere, tüm halkı yakından ilgilendirmektedir. Bizler, emek ve meslek örgütleri ve demokrasi güçleri olarak, çocuklarımızın ve ülkenin geleceği açısından son derece önemli düzenlemeler içeren yasa teklifine karşı görüşlerimizi kamuoyu ile paylaşmak üzere bir araya gelmiş bulunuyoruz.
4+4+4 düzenlemesi, Başbakan’ın “dindar nesil yetiştirmek istiyoruz” açıklamalarına paralel olarak, AKP grup başkanvekillerinin imzasıyla “kanun teklifi” olarak Meclis’e sunulmuştur. Ancak tüm toplumu yakından ilgilendirmesine rağmen, düzenlemenin asıl muhatabı olan eğitim sendikaları, eğitim alanında faaliyet yürüten kurum ve dernekler, üniversiteler, bilim çevreleri dışlanmış, çocuklarımızın geleceğini yakından ilgilendiren böylesine önemli bir konuda tamamen ideolojik amaçlarla hareket edilmiştir.
Kanun teklifi TBMM Milli Eğitim Komisyonu’nda görüşülürken, sendikaların, eğitim örgütlerinin ve bilim insanlarının tüm itirazları görmezden gelinmiş; muhalefetin sesi kısılmak istenmiş, basına da yansıyan şiddet görüntüleri arasında, kanun teklifi sadece iktidar partisi üyelerinin desteğiyle komisyondan geçebilmiştir. Önümüzdeki günlerde Meclis genel kuruluna gelmesi beklenen son değişikliklerle birlikte;
¨ Kanun teklifinde yer alan, “ilköğretim devlet okullarında parasızdır” ifadesi komisyon görüşmelerinde metinden çıkarılarak, ilköğretimin tamamen paralı hale getirilmesinin ilk adımları atılmak istenmektedir.
¨ 4 yıl süreli birinci kademe “ilkokul”, ikinci 4 yıl süreli kademe ise “ortaokul” olarak tanımlanmıştır. Değişiklik yürürlüğe girdiği zaman, 5. sınıf öğrencilerini okutan bütün öğretmenler “norm fazlası” haline gelecek ve bakanlık tarafından başka görevlerde görevlendirilebilecektir.
¨ 12 yıllık kademeli zorunlu eğitimi meşrulaştırmak için 5. sınıftan itibaren çocukları “mesleğe yönlendirme” gibi gerekçeler ileri sürülmektedir. Bütün dünya ülkelerinde mesleğe yönlendirmenin daha ileri yaşlarda yapıldığı gerçeği ortadayken, Türkiye’de 10 yaşına çekilmesi pedagoji bilimine aykırı olduğu kadar, Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de aykırıdır.
¨ Daha önce 4. sınıftan sonra getirilmek istenen “açık öğretim” sistemi, komisyonda yapılan değişikliklerle 8. sınıf sonrası için öngörülmüştür. Böylece kız çocukları eğitim süreci dışına itilmektedir. Ülkemizde çocuk gelinlerin ağırlıklı olarak 13, 14, 15 yaşında olduğu düşünüldüğünde mevcut düzenleme ile “çocuk gelinler” uygulamasına resmen onay verilmek istenmektedir.
¨ Temel eğitimin en önemli aşaması olan okul öncesi eğitim, yasa teklifinde yer almamaktadır.
¨ Yıllardır toplumsal bir talep olan zorunlu din dersinin kaldırılması ve anadilinde eğitim talepleri karşılanmamaktadır. Aksine, getirilmek istenen düzenleme ile zorunlu din derslerine ek olarak seçmeli din dersleri gündeme getirilmektedir.
¨ Arapça ve Kuran dersleri ikinci kademede seçmeli hale getirilerek, bütün okullarda fiilen imam hatip modeline geçilmek istenmektedir.
¨ Okulların yeterli altyapı ve donanıma sahip olmadığı gerçeği göz ardı edilerek, ilkokul ve ortaokul eğitiminin“bağımsız binalarda” gerçekleştirileceği iddia edilmektedir.
¨ 4+4+4 şeklindeki kademeli eğitim ile hedeflenen “açık öğretim” sistemi ile zorunlu eğitimin“esnekleştirilmesi” arasında bağ kurularak, eğitim sisteminin piyasa ile ilişkilendirilmesi ve sermayeye ucuz işgücü sağlar duruma getirilmesi amaçlanmaktadır.
¨ Bir taraftan uzun vadede seçme sınavlarının kaldırılacağı iddia edilirken, diğer taraftan kademeli eğitim uygulaması ile çocuklarımızın daha erken yaşlarda dershaneye gitmeleri teşvik edilmektedir.
Eğitim sisteminin ve çocuklarımızın ihtiyaçlarından çok, tamamen siyasal ve ideolojik amaçlarla hazırlanan kanun teklifi ile eğitimde çok başlılığın önü açılmakta, kelimenin tam anlamıyla çocuklarımızın geleceği ile oynanmak istenmektedir. Yasa teklifiyle murat edilen düzenlemenin, zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılmasından çok, AKP’nin“kendine taraftar yetiştirmek” üzere, arka bahçesi olarak gördüğü İmam Hatip Okullarının önünü açmak olduğu ortadadır. AKP Hükümetinin ilk döneminde İmam Hatip Okullarında 71 bin öğrenci okurken, 2011 yılında bu sayı yüzde 450 artışla 250 binlere ulaşmış durumdadır. Esasında yasa teklifinde bütün okulların İmam Hatip Okulları’na dönüştürme niyeti yattığı görülmelidir.
Bizler, emek ve demokrasi güçleri olarak,
Bütün bu nedenlerden dolayı, eğitimin ve geleceğimizin iktidar partisinin siyasal hedeflerine kurban edilmesine izin vermeyeceğiz. Herkesin eğitim hakkından eşit ve parasız olarak yaralanması için çocuklarımızın geleceğine sahip çıkacağız.
Emek ve demokrasi güçleri olarak, siyasal iktidarı bir kez daha uyarıyoruz.
Hangi amaçlarla gündeme getirildiği açıkça belli olan yasa teklifi derhal geri çekilmelidir. Bir düzenleme yapılacaksa, bilim insanlarının, sendikaların ve eğitim örgütlerinin katılımıyla, eğitim sisteminin gerçek ihtiyaçları doğrultusunda yapılmalıdır.
Tüm anneleri, babaları, velileri, sadece eğitim alanında değil toplumsal yaşamın her alanında yaşanan gelişmelerden kaygı duyan herkesi çocuklarımızın geleceğine, ülkemizin geleceğine sahip çıkmaya çağırıyoruz.
KESK DİSK TMMOB ADANA TABİP ODASI
Kurumlar Adına
KESK Adana Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü
Kamuran KARACA
Eğitim Sen Adana Şube Başkanı
Barışın, Kardeşliğin, Dayanışmanın, Özgürlüğün, Direnişin, Emeğin Ve Baharın Adıdır Newroz …
Bayramlar halkların kültüründe birliği, barışı ve mutluluğu ifade eden günlerdir. Yaşanmış acıların geride bırakıldığı, insanların kucaklaştığı, küskünlerin barıştığı, geleceğe ilişkin umutların tazelendiği en güzel günlerdir bayramlar.
Ortadoğu halklarının bayramı olan ve her 21 Mart’ta kutlanan Newroz da böylesi bir bayram olması gerekirken, yıllardır şoven milliyetçi söylemler üzerinden Newroz’a karşı ciddi anlamda önyargı duvarları örülmeye çalışılmıştır.
Günümüzden 4000 yıl önce Gutiler tarafından “yeni gün” anlamına gelen Zagmuk bayram kutlamaları daha sonra Hurri, Kassit, Mitani, Urartu ve Medler zamanında da sürdürülmüştür. Tarihsel köklerini işte bu kutlamalardan alan Newroz M.Ö. 612 tarihinde zalim Dehak’ın zulmüne balyozuyla son veren demirci Kawa’nın önderliğinde başlayan isyanın simgesi olmuştur. O günden beri de sadece Ortadoğu haklarının değil, zulme başkaldıran tüm halkların bayramıdır Newroz.
Tarihteki yeri itibariyle baskı ve zorbalığa karşı başkaldırının, isyan ateşinin yakıldığı gün olan Newroz, halklar arasındaki barış ve kardeşlik duygularının gelişmesi ve güçlendirilmesi için bir fırsat olarak değerlendirilebilecek iken, egemenlerce ayrımcılık ve halkları birbirine karşı kışkırtmak amacıyla kullanılmaya çalışılmıştır.
Ne yazık ki coğrafyamızda binlerce yıldır bir arada kardeşçe yaşayan halklar yaşanan acıları geride bırakabilmiş değildir. Çatışmalı bir sürecin ve savaşın getirdiği acıların üzeri kapatılamamış, barış, kardeşlik ve hak eşitliğine dayalı bir toplumsal yapılanma başarılamadığı için halkımız huzura ve güvenli bir geleceğe kavuşturulamamıştır. Bugün yaşadığımız sorunların ve yaratılan gerginlik ortamının öncelikli sorumlusu, bu topraklarda yaşayan farklı milliyetlerden halklar değil, onları kendi siyasal ve ideolojik hedeflerine ulaşmak için bölmeye ve onları ırkçı-gerici politikalarına yedeklemeye çalışan egemenlerdir.
Yıllardır ülkemizin kanayan yarası olan ve Türkiye’de demokrasinin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden birisi olan Kürt sorunu, halen siyasi iktidar tarafından her fırsatta istismar edilmekte; ısrarla sürdürülen çözümsüzlük politikaları üzerinden siyasi rant sağlanmaya çalışılmaktadır. İktidarların ekonomik ve siyasi rant hesapları yüzünden bugüne kadar on binlerce gencimiz hayatlarının baharında toprağa düşmüş, anaların gözlerinden akan yaş bir türlü kurumamıştır.
Yıllardır her Newroz öncesinde barış ve özgürlük talepleri boğulmak, etkisiz hale getirilmek istenmektedir. Halkın Newroz kutlamalarını gölgelemek için kışkırtıcı açıklamalar, yayınlar yapılmakta ve böylece yapılacak kutlamalar gölgelenmek istenmektedir. Oysa herkes tarafından çok iyi bilinmektedir ki, dünyanın hiçbir yerinde barış ve kardeşlik talepleri ayrılıkçı değil tam aksine en etkili birleşme, kardeşleşme aracıdır.
Yıllardır emperyalist güçlerin özellikle Ortadoğu politikalarını uygulama alanı olan Türkiye’de, bölge halklarının karşı karşıya olduğu iç karışıklık, çatışma ve savaş ortamının sona erdirilmesi için, barış ve kardeşlik bu ülkede yaşayan her kesimin en temel talebi olmak zorundadır.
İnsanlık ve toplumların gelişme tarihi; yaşanan ulusal sorunları aşmanın; halkların eşit haklara dayalı bir arada yaşam kurmalarının yolunu ve örneklerini açıkça göstermiştir. Bu imkânsız olmadığı gibi halkların barış içinde yaşamalarını ortadan kaldıracak bir boyuta taşınmasını da gerektirmemektedir.
Binlerce yıllık köklü tarihi ve kültürel değerleriyle Anadolu ve Mezopotamya topraklarında yaşayan bütün halklar için barış ve kardeşlik tutumunda ısrar edilmesi, bu ülke topraklarında yaşayan insanlara verilecek en büyük hediye olacaktır.
Bu günün tekçi otoriter rejimin, zulüm ve zorbalığın yürütücüsü olan DEHAKLAR her türlü baskı ve zoru kullanarak emek ve demokrasi güçlerini sindirmeye çalışsalar da, onlara karşı emekçiler ve ezilenler de Demirci KAWA ruhuyla mücadelelerini sürdürmektedirler.
2012 Newroz’unda hem Türkiye hem de orta doğu halkları arasında barışın ve kardeşliğin güçlenmesi en büyük dileğimizdir. Eşit, özgür, demokratik Türkiye ve insanca yaşam mücadelesinin ilerleyebilmesi savaş çığlıkları atarak değil, emekçiler arasındaki özgürlük, barış ve kardeşlik duygularının güçlenmesi ile mümkündür.
NEWROZ DİRENİŞTİR!
NEWROZ BERXWEDANE
ნიშნავსწინააღმდეგობის
NEVRÛZ RÛZÎ TAB BORDEN EST
նշանակումէդիմադրության
NEWROZ KUTLU OLSUN!
NEWROZ PİROZ BE!
ŞUBE YÜRÜTME KURULU ADINA
YALÇİN ALÇİÇEK
ŞUBE SEKRETERİ
ÖĞRETMENLER ANGARYAYA ZORLANIYOR.
Türkiye’de öğretmenler ve diğer eğitim emekçileri Milli Eğitim Bakanlığı’nın her gün icat ettikleri “angarya işleri” yapmaktan derslere neredeyse “boş zamanlarında” girebilmektedir.
Türkiye’de öğretmenler sadece derslere girmemekte, bunun yanı sıra, özellikle son yıllarda yaygınlaşan Toplam Kalite Yönetimi,İlköğretim Kurumları Standartları uygulamaları, TEFBİS, ADEY, RİDEF vb. adlar altında yaklaşık 3600 anket sorusunu yanıtlamak, bakanlığın ödenek ayırmadığıokullara bağış toplamak için kermes düzenlemek gibi işler yaptırılırken son günlerde de “Anne Kız okuldayız” kampanyasıyla öğretmenlerimiz görev almaya zorlanmaktadır.
İlimizde “Anne Kız okuldayız” kampanyasıyla Okuma yazma bilmeyenleri tespiti için alan taraması yapmak ve tüm sınıf öğretmenleri, görevli oldukları okullarda okuma-yazma kurslarında görev alacakları şeklinde İlçe milli eğitim ve okul müdürlüklerinin öğretmenleri ücretsiz angarya çalışmaya zorlamaktadır.
Tüm bu unsurları göz önüne alarak baktığımızda, Türkiye’de öğretmenlerin iş yükünün son derece ağır, harcadıkları emeğin karşısında aldıkları ücretin ise diğer OECD ülkelerine göre oldukça az olduğu görülmektedir.
Milli Eğitim Bakanı öğretmenlere hakaret edeceğine neden onları angarya çalışmaya ve sefalet ücretlerine mahkum ettiğini açıklamalıdır. Bugün eğitim emekçilerinin yüzde 80’i borçludur ve üçte ikisi geçinebilmek için ek iş yapmak zorunda kalmaktadır. OECD’ye bildirilen öğretmen ücretleri her şey dahil, brüt ücretleri ifade etmesine karşın, OECD ülkeleri içinde en düşük ücreti yine ülkemiz öğretmenleri almaktadır. Sayın Bakan önce bu durumu nasıl düzelteceğini açıklamalıdır.
Milli Eğitim Bakanı göreve geldiği ilk günden bu yana her ağzını açtığında öğretmenlerimize, eğitim ve bilim emekçilerine hakaret etmekten vazgeçmelidir. Eğitim emekçilerine hakaret ederek yaptığınız yanlışların üzerini örtemezsiniz.
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, yıllardır ülkenin dört bir yanında bin bir sorunla boğuşarak görevlerini yerine getirmeye çalışan öğretmenlerden özür dilemeli ve aklına estikçe eğitim emekçilerinin emeğini aşağılamaktan vazgeçmelidir.
Angarya, otorite sahibi bir kişi ya da kurumun, karşısındakinin istek ve iradesine karşı zorla yaptırdığı, genelde karşılığında para verilmeyen iş olarak tanımlanır. Anayasanın 18. maddesinde; “Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır” ifadesi olsa da, bugün çeşitli işkollarında işçilerin, kamu emekçilerinin çeşitli şekillerde yapmaya zorlandıkları, asli işlerinin dışında olan pek çok işin ücretlendirilmeyerek “karşılıksız çalışma”haline geldiğini söylemek mümkün.
Bu tür angarya uygulamalarının ilk gündeme geldiği günlerde gönüllülük esası ve ücret karşılığı yapılacağı söylenen ancak hiçbir yasal gerekçeye dayanmayan bu uygulamalara hiçbir öğretmen arkadaşımızın yapmaya zorlanamayacağı ortadadır.
Angarya olan bu işlerle görevlendirilen tüm öğretmen arkadaşlarımıza çağrımızdır. 657 sayılı kanunun öğretmen görevleri tanımlamasında ve 1739 sayılı kanunun öğretmenin görevleri alanında olmayan bu tür angarya çalışmalarıyapmaya zorlanamazlar.
Bu konuda; Öğretmen arkadaşlarımızın kararlı tutum almaları ve net duruş sergilemeleri konusunda süreci paylaşıyor, aldıkları tutum nedeniyle karşılaşacakları soruşturma ve benzeri konularda bizi bilgilendirmelerini bekliyor, hukuksal olarak yanlarında olacağımızıbilmelerini istiyoruz.
Şube Yürütme Kurulu
AKP Tüm Türkiye’de Olağanüstü Hal İlan Etti!
4+4+4 olarak bilinen İlköğretim ve Eğitim Kanunu ve 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikalarında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’na karşı tepkilerimizi demokratik-meşru bir biçimde ifade edebilmek için Ankara’da yapacağımız basın açıklaması hukuk dışı bir biçimde engellendi. AKP en temel haklarımızı kullanmamızı dahi engelleyerek yasakçı ve tehditkâr tutumundaki ısrarını sürdürüyor.
4+4+4 ile ilgili düzenlemenin içeriğine baktığımızda;
¨ Kanun teklifinde yer alan, “ilköğretim devlet okullarında parasızdır” ifadesi komisyon görüşmelerinde metinden çıkarılarak, ilköğretimin tamamen paralı hale getirilmesinin önü açılmıştır.
¨ Yıllardır okulöncesi eğitimi yaygınlaştırmak için çalışmalar yapılmasına rağmen, yasa teklifinde okulöncesi eğitim zorunlu eğitimin dışında bırakmıştır.
¨ İlk 4 yılın “ilkokul”, ikinci 4 yılın “ortaokul” olarak tanımlanması nedeniyle, sınıf öğretmenlerinin en az yüzde yirmisinin “norm fazlası” haline gelmesi ve bakanlık tarafından başka görevlerde görevlendirilmesinin önü açılmıştır.
¨ Çocuk işçiliğinin ve çocuk gelinlerin ağırlıklı olarak 13, 14, 15 yaşında olduğu düşünüldüğünde mevcut düzenleme ile hem mesleki eğitim adı altında “çocuk işçiliğinin” önü açılmakta, hem de “çocuk gelinler” uygulaması, bizzat iktidar tarafından kademeli zorunlu eğitim uygulaması ile açıkça desteklenmektedir.
¨ Zorunlu din dersinin kaldırılması ve anadilinde eğitim taleplerini karşılaması yönündeki toplumsal talepler göz ardı edilmiş, zorunlu din derslerine ek olarak, seçmeli din dersleri getirilmesinin önü açılmıştır. Müfredat değiştirilerek konulacak yeni derslerle bütün okullarda fiilen imam hatip modeline geçilmesinin önü açılmak istenmektedir.
¨ 4+4+4 şeklindeki kademeli eğitim sisteminin piyasa ile ilişkilendirilmesi, meslek okulu açacak firmalara öğrenci başına destek sunulması ile eğitim sisteminin sermayeye ucuz işgücü sağlar duruma getirilmesi amaçlanmaktadır.
Başta yukarıdaki uygulamalar olmak üzere birçok antidemokratik uygulama dayatılıyor
4688 sayılı yasa ile toplu sözleşme ve grev hakkımız engelleniyor.
Bu yasaların mecliste görüşülmeye başlaması nedeniyle 28-29 Mart’ta (Dün ve Bugün) grev kararı alarak hizmet üretmiyoruz ve tepkilerimizi göstermek için dün gece saatlerinden başlayarak Türkiye’nin dört bir yanından Ankara’ya gitmeye çalışan emekçiler, çeşitli yöntemlerle engellenmiş ve polisin şiddetine maruz kalmıştır.
İçişleri Bakanı’nın yayınladığı genelgeyle iller adeta polis ablukasına alınmıştır.
Adana’da Eğitim Sen ve KESK üyesi 74 arkadaşımız baskıyla, zorla gözaltına alındı. Dün gece 24.00’de yola çıkan araçlarımız, otoban girişi trafik denetleme şube müdürlüğü önünde durduruldu.
Tamamen oyalama ve engellemeye yönelik bu girişim ile mahkeme kararı olmadan kimlik tespiti yapılmak istendi ardından, araçların evrakları ve benzeri istenerek oyun sürdürüldü. Araçlarımız elimizden alınarak otobana çıkmadan yürüyerek gidin denildi, ve ardından müdahale ile gözaltına alındık.
Demokratik tepki hakkımızı kullanmamıza tahammül edemeyenler Kabahatler kanunu gerekçe ederek 82 TL para cezası yağdırdı, yetmedi memurun görevini engellemekten hepimiz için dava hazırlığındalar. Bu da yetmedi kamu kurumları aranarak 2 günlük greve katılanların isim tespitine başlanmıştır.
Adana mert insanların ilidir. Hem demokratik haklarımıza saldıracaksınız hem de bizi suçlayacaksınız. Elinizden geleni yapın, çocuklarımızın haklarını ve haklarımızı yasalara saygılıyla sonuna kadar savunmaya devam edeceğiz.
Öte yandan İzmir, Aydın, Balıkesir, Manisa, Kocaeli, Bursa, Malatya, Batman, Urfa, Konya, Hatay, Zonguldak, Tokat illerinden arkadaşlarımızın çıkışları engellenmiştir. Çeşitli illerde arkadaşlarımıza biber gazlarıyla müdahale edilmiştir. Anayasal hak olan seyahat etme özgürlüğü, sendikal haklar ve özgürlükler ayaklar altına alınmıştır.
Yaşanan bu gelişmeler, gerek çocuklarımızın ve ülkemizin geleceğini yakından ilgilendiren 4+4+4 kademeli eğitim düzenlemesi, gerekse sendikal alana yönelik önemli değişiklikler içeren düzenlemelerle ilgili olarak bugüne kadar yaptığımız itirazların gücünü göstermektedir. AKP’nin telaşı ve korkusunun nedeni, haklı mücadelemizin gücünden gelmektedir.
Keyfi kararlarla, genelgelerle temel hak ve özgürlüklerimizin engellenmesi, kent meydanlarının polis ablukasına alınması, AKP’nin nasıl bir yönetim zihniyetine sahip olduğunu bir kez daha göstermiştir. Çocuklarımızın ve ülkemizin geleceğini doğrudan ilgilendiren konularda yasal ve meşru haklarımızı kullanmamızın, söz söylememizin engellendiği koşullarda demokrasiden, insan haklarından bahsetmek mümkün değildir.
AKP’nin büyük baskı ve gözaltı düzenine karşı, onurlu ve kararlı duruşumuzdan bir an olsun vazgeçmeyeceğiz. İçişleri Bakanlığı’nın açıkça suç işlemesine, baskı, yasak ve engellemelere rağmen meşru ve demokratik hakkımızı kullanacağız. “Durmak yok yola devam” diyerek, emek ve halk düşmanı yasa tasarılarıyla, baskı ve şiddetle tüm toplumu tahakkümü altına almak isteyenlere karşı “Yılmak yok mücadeleye devam” diyerek dimdik ayaktayız.
Çocuklarımızın ve ülkemizin geleceğinden kaygı duyan herkesi, AKP’nin giderek artan zulmü karşısında omuz omuza olmaya, sesimize ses katmaya çağırıyoruz.
Kamuran KARACA
Eğitim Sen Adana Şube Başkanı
KESK Adana Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü
“SAHTE SENDİKA” YASASI GERİ ÇEKİLSİN!
Değerli Basın Emekçileri;
AKP’nin emek ve halk düşmanı yasa değişiklikleri tam GAZ devam ediyor. Siyasi iktidar, çocuklarımızın ve ülkemizin geleceğini yakından ilgilendiren 4+4+4 kademeli eğitim düzenlemesini başta Konfederasyonumuz olmak üzere toplumun değişik kesimlerinin ülke genelindeki eylemlerine vahşet boyutunda saldırarak ve Meclis içinde de şiddet uygulayarak yasalaştırmıştır. AKP hükümeti, bugün itibariyle milyonlarca kamu emekçisini, emeklileri ve ailelerini ilgilendiren 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununu Genel Kurula getiriyor.
Bilindiği gibi 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliğinden sonra yapılması gereken yasal düzenleme hükümet tarafından geciktirildiği için, kamu emekçileri ve emeklileri ilk kez 2012 Ocak ayından bugüne maaşlarını zamsız almaktadır. Yaklaşık sekiz aydır üzerinde tartışma yürütülen yasa tasarısının Genel Kurula gönderilen son hali KESK’i bir kez daha haklı çıkarmıştır.
Tasarı sürecin baştan sona kandırma ve oyalamadan ibaret olduğunu belgelemektedir. Üçlü Danışma Kurullarında ve Meclis Komisyonlarında yapılan tartışmalarda defalarca evrensel standartlara uygun bir yasal düzenleme yapılması gerektiğini ifade etmemize rağmen hükümet kendi siyasi ihtiyaçlarına uygun biçimde yandaş konfederasyonunu koruyup-geliştirmeyi hedefleyen bir tasarıyı hiçbir olumlu öneriyi dikkate almadan Genel Kurula getirdi.
Değerli Basın Emekçileri;
Tasarı ile toplu görüşmeden bile daha geri bir düzenleme getirilmek istenmektedir. İşkollarına özgü sorunlar üzerinden örgütlenerek üyelerinin hak ve çıkarlarını korumak gibi öncelikli bir görevi olan sendikaların toplu sözleşme hakkı göstermelik düzeyde tutulmaktadır. Yine binlerce belediyede onbinlerce kamu çalışanının yararlandığı toplu sözleşmeler konulan birçok yasaklayıcı hükümle ve “Sosyal Denge Sözleşmesi” adıyla yapılamaz hale getirilmeye çalışılmaktadır. Grev hakkımızın yasal teminat altına alınmasına ilişkin hiçbir düzenleme getirilmemekte, örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller korunmakta, Sendikalar Heyetinde yandaş konfederasyonun, Hakem Kurulunda hükümetin atadıklarının çoğunlukta olması garanti altına alınarak adına “toplu sözleşme” yasası denilen bir düzenleme yapılarak kamu emekçileri kandırılmaya çalışılmaktadır. Tasarının temel konulardaki yaklaşımının özgür bir toplu pazarlık düzeniyle hiçbir ilgisi olmayıp, özgürlükleri tamamen kısıtlamayı hedefleyen yasa tasarısının özüne de ruhuna da tamamen yasakçı mantık hâkimdir. AİHM kararları, uluslararası sözleşmeler ve Anayasa yok sayılarak “Toplu Sözleşmede imza yetkisi tek başına yandaş sendikanın başkanına verilmiştir”. Meclis’ten geçirilmeye çalışılan bu tasarıyla getirilmeye çalışılan toplu sözleşme düzeninin dünyanın hiçbir yerinde örneği yoktur.
Değerli Basın Emekçileri;
KESK olarak bu tasarının asgari standartlarının;
- Grev hakkımızın yasal teminat alındığı özgür bir Toplu Sözleşme düzeni,
- Örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılması,
- Her sendikanın kendi üyeleri adına toplu sözleşme yapabilmesi,
- Belediyelerde yıllardır yapılan Toplu Sözleşmelerin güvence altına alınması,
- Çalışma yaşamının demokratikleştirilmesine uygun olmasını istiyoruz,
Değerli Basın Emekçileri,
Aylardır bu yasanın kamu çalışanlarının beklentilerini karşılayacak biçimde çıkması için mücadele ediyoruz. Bugün de ülke genelindeki tüm meydanlarda kamu çalışanları oturma eylemleri yaparak AKP’nin bu dayatmacı ve baskıcı tutumunu protesto ediyor. Buradan AKP hükümetini bir kez daha uyarıyoruz:
Meclis çoğunluğunuza güvenerek “sahte sendika” yasasını çıkarmaya yönelik bu dayatmadan vazgeçin. Bu tasarının kamu çalışanlarının beklentilerine uygun biçimde çıkması için tasarıyı geri çekin. Evrensel standartlara uygun yeni yasayı hep birlikte yapalım.
YAŞASIN ÖRGÜTLÜ MÜCADELEMİZ!
YAŞASIN KESK!
Kamuran KARACA
Eğitim Sen Adana Şube Başkanı
KESK Adana Şubeler Platformu
YARDIM MI? SİYASİ PROPAGANDA MI?
Basına Ve Kamuoyuna;
Yardım mı? Siyasi propaganda mı?
Siyasi iktidar, yaptığı çalışmalarla ilgili her şeyin propagandasını fazlasıyla yaparken, olumsuzlukları, zamları vb. sanki siyasi kararlarının yansıması ya da sonucu değilmiş gibi göstermeye devam etmekte, her birine farklı bir gerekçe getirmektedir.
İlimizde son günlerde, bu kapsamda değerlendirdiğimiz “Kalemim Kalemin Olsun” projesi denilen, yeni bir siyasi propaganda ile karşı karşıyayız.
Sosyal yardımlaşma ve dayanışma projesi diye lanse edilen ” KALEMİM KALEMİN OLSUN” projesi ile, 8 ay süresince ilimizde yapılacak sınavlarda kullanılan kalemlerin toplanarak, Adana ili; Yüreğir, Seyhan, Çukurova, Sarıçam ve Karaisalı ilçelerinde ihtiyaç sahibi, yani yoksul öğrencilere dağıtılacağı açıklanmış, YGS sınavından başlanarak, belirlenen 273 birimden kalem toplanmasını duyuran listeyle söz konusu uygulama yürürlüğe konmuştur.
Buraya kadar olan kısmına bakıldığında ne var bunda denilebilir. Bizce de yardımlaşma için çalışma iyidir ve desteklenmelidir.
Ancak bu proje;
AKP Adana Milletvekili Fatoş GÜRKAN’IN koordinesinde İl Milli Eğitim Müdürlüğü ortaklığıyla yapılacaktır, deniliyor.
- Devletin sınav için dağıttığı kullanılmış kalemleri toplayıp, yoksul öğrencilere dağıtma başlığıyla yapılacak bir çalışmanın, siyasi bir propagandaya dönüşme etkisi yaratabilecek yönüne bakmadan, bu çalışmaya İl Milli Eğitim Müdürlüğü neden imza koyuyor?
- Bu şehirde kullanılmış kalemlere dahi ihtiyacı olan öğrenciler varsa, Milli Eğitim Müdürlüğü neden ihtiyaçlarını karşılamıyor?
- Her şeye rağmen bu bir propaganda değil ihtiyaçların çözümü içindir deniyorsa, İl Milli Eğitim Müdürlüğü neden böyle bir çalışmayı kendisi organize etmiyor?
- Bir başka milletvekili, siyasi kişi ya da kurum böyle bir çalışma isterse İl Milli Eğitim Müdürlüğü bir çalışma başlatır mı?
Daha da çoğaltacağımız sorularla yanlış bulduğumuz bu uygulama, vicdanlarda rahatsızlık yaratmakta ve herkesçe nedeni sorulmaktadır.
İl Milli Eğitim Müdürlüğü, tüm eğitim camiasının ortak kurumudur ve hiç kimsenin bu kurumu propaganda amaçlı istediği gibi kullanma hakkı yoktur. Böyle bir uygulamanın da örneği yoktur.
İlgilileri bu konuda duyarlılığa çağırıyor, Adana kamuoyunun yanlış bulduğumuz bu tür yaklaşımları irdelemesini bekliyoruz.
EĞİTİM SEN ADANA ŞUBE YÖNETİM KURULU adına
Kamuran KARACA
Şube Başkanı
Yargılanan emekçiler için eylem
Çalışma yaşamını düzenleyen Kanun Hükmünde Kararnameyi (KHK) protesto ettikleri için 20 emekçi hakkında açılan davayı protesto eden emek ve meslek örgütü üyeleri, AKP'nin baskı sistemine karşı çıkan herkesin baskı altına alınmak istendiğini belirtti.
ADANA - AKP Hükümeti'nin çalışma yaşamına dönük çıkarmış olduğu Kanun Hükmünde Kararname ülke genelinde emek örgütleri tarafından protesto edilmişti. Bu amaçla Adana'da 21 Aralık 2011 tarihinde düzenlenen greve katıldıkları ve "Bu iş yerinde grev var" pankartı astıkları gerekçesiyle 20 emekçi hakkında Adana 10. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından "Kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenleme, yönetme, bunların hareketlerine katılma" iddiasıyla dava açıldı.
Davanın ilk duruşması Adana Adliyesi'nde bugün görülecek. Dava öncesi, SES Genel Başkanı Çetin Erdolu, Türk Tabipler Birliği Genel Başkanı Eriş Bilaloğlu, KESK Adana Şubeler Platformu ve Adana Tabip Odası üyeleri ile çok sayıda yurttaş İnönü Parkı'nda biraraya gelerek, Adliye binasına yürüdü. "Baskılar bizi yıldıramaz", "Faşizme karşı omuz omuza" ve "Gözaltılar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz" diye sloganların atıldığı eylemde konuşan SES Genel Başkanı Çetin Erdolu, AKP'nin baskı sistemine karşı çıkan herkesin baskı altına alınmak istendiğini ifade ederek, "AKP faşizmine" karşı mücadele edeceklerini söyledi. TTB Genel Başkanı Eriş Bilaloğlu ise, 21 Aralık eyleminin Türkiye'nin barış ve özgür olması için yapıldığını dile getirerek, "AKP'nin elinde iki silah var. Ellerinde gazları vardır. Onsuz yapamazlar. Bir de ellerinde soruşturma açmak vardır. Soruşturmalar bir yıldırma politikası ve bu soruşturmalar bizim için bir mücadele yerdir" dedi.
Adana 10. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülecek olan duruşmada yargılanan emekçilerin isimleri şunlar; Halil Kara, Nuh Demirpas, Resmiye Kaya, Kamuran Karaca, Güven Boğa, Utku Bekir Ersözlü, Osman Küçükosmanoğlu, İsmail Bulca, Yalçın Çiçek, Mehmet Akarsubaşı, Cumali Bolat, Bülent Kara, Mustafa Hotlar, Abdullah Yalçın, Yusuf Kösele, Sinan Tunç, Muzaffer Yüksel, Ahmet Karagöz, Faruk Onuk ve Orhan Alıcı.
Eğitim Sen Adana Şube Çevre Çalışma Birimi "Ne Akkuyu'da, ne Sinop'ta NÜKLEER İstemiyoruz " konulu basın açıklaması ve suç duyurusunda bulunduk.
NÜKLEER SANTRAL KONUSUNDA İSRAR ETMEK;
HALKA, ÜLKEYE VE DOĞAYA KARŞI SUÇ İŞLEMEKTİR!
Nükleer belası ile insanlığın ilk karşılaşması, ikinci dünya savaşı sonunda “atom bombası” şeklinde Japonya'da oldu. Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine -hiç gerekmediği halde- atılan iki bomba sonucunda bir anda yüz binlerce insan yok oldu, yüz binlerce insan sakat kaldı, çekilen acılar günümüze kadar uzandı.
Şimdi de tehlike “nükleer santral” biçiminde kapımızı çalıyor. Oysa, kırk yıl önce ilk defa nükleer santral kurmaya başlayan ileri kapitalist ülkelerde bile enerji sorununa nükleer santrallerin çözüm olamayacağı anlaşıldı. ABD'de son otuz yıldır bir tek yeni nükleer santral kurulmadığı bilinmektedir.
Nükleer santrallerin en önemli ve çözüm bulunamamış konusu tehlikeli nükleer atıkların nasıl bertaraf edilebileceği veya zararsız hale getirilip, çok uzun yıllar nasıl koruma altına alınabileceğidir. AKP Hükümeti'nin ihalesiz bir şekilde, devletler arası anlaşma ile Rus devlet şirketine yaptırmak istediği Akkuyu Nükleer Güç Santrali “ÇED Hazırlık Dosyası”nda bunun çok pahalı bir işlem olduğu kabul edilmekte ve “uzun vadede yüksek düzeye varan atık depolama hususunun çözümü gerekmektedir” denilmektedir. Bu nasıl bir sözdür? Bizler bu sorunun nasıl çözüleceğini duymak istiyoruz, onlarsa “bu sorunun çözümü gerekmektedir” demektedirler. Aslında onlar da haklı, ne diyebilirlerki, “bu çözümsüz bir durumdur, dünyada kimsenin bulamadığı çözümü bizlerden beklemeyin, sihirbaz değiliz” diyecek halleri yok. “ÇED Hazırlık Dosyası” bu çözümsüz konuda son noktayı şöyle koymaktadır: “Proje şirketi, NGS'nin sökümü ve atık yönetiminden sorumludur. Bu çerçevede şirket yürürlükteki Türk kanun ve düzenlemeleri ile öngörülen ilgili fonlara gerekli ödemeleri yapacaktır.” Bu ifade ne anlama gelmektedir? Hangi fonlar? Gerekli ödemelerden kasıt nedir? Şöyle yorumlanabilir mi: “Atıklarıülkenizde depolayacağız, gerekli parayı da ödeyeceğiz.” Görüldüğü gibi, halka açıklama değil, aksine halktan olabilecekleri mümkün olduğunca saklama gayreti söz konusudur.
“Kullanılacak soğutma suyu her bir ünite için 220.000 m3/saattir.” Böyle diyor “ÇED Hazırlık Dosyası.” 4 ünite olduğuna göre, saatte toplam 880.000 m3 su kullanılacak ve sonra da denize deşarj edilecek demektir. Bu durumun olası sonuçlarının izleneceğini ve sınır değerlerin aşılmayacağı garantisini de veriyorlar. Bu kadar büyük miktarda suyu önce şoklayarak, yani içindeki bütün canlıları klorla öldürerek kullanacaksın, sonra denize ısınmış olarak salacaksın ve de denizde hayat olağan seyrinde devam edecek öyle mi? Kim inanır buna?
Projede önerilen nükleer teknolojinin “AES 2006 VVER hafif su reaktörü” olduğu söylenmekte, referans olarak ta Rusya'da yapım aşamasındaki NVAEC Ünite-2 gösterilmektedir. Akkuyu'da kurulması düşünülen nükleer santralin dünyanın her hangi bir yerinde çalışan bir örneği bulunmamaktadır. Ülkemiz açısından bu son derece traji – komik bir durum değil midir? Aynı Rus devlet şirketinin zamanında Çernobil santralini de yapmış olduğunu biliyoruz. Nükleer teknolojinin hiç bir çeşidinin güvenli olmadığı Japonya'da acı bir şekilde ortaya çıkmışken, Akkuyu'nun Rusların deney tahtası olmasına karar vermek; taammüden (bilerek, planlayarak) cinayete teşebbüs suçunu işlemekten farksızdır.
Bizlere göz göre göre ve her fırsatta yalan söylüyorlar. Dünya ülkelerinin çevresel sorunlar karşısında nükleer santrallere yöneldiğini söylüyorlar. Bu ülkelerin adını vermiyorlar, çünkü söyledikleri doğru değil. Aksine, özellikle yaşanan Çernobil ve Fukuşima nükleer santral felaketlerinden sonra Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, bütün ülkelerin nükleer santrallerden kaçışı söz konusudur. “Çağdaş medeniyetler seviyesi hedefine hizmet etmek ve bu hedefi yakalayabilmek için Türkiye nükleer teknolojiye ve nükleer santrale sahip olmalıdır” diyorlar. Var olan birkaç nükleer santralini de en yakın zamanda sökme kararı alan İsviçre, 2022 yılında bütün nükleer santrallerini durdurma kararı alan Almanya ve diğer bir çok Avrupa ülkesi “çağdaş medeniyetler seviyesi”nin neresindeler acaba? 54 nükleer santralinden şu anda sadece birini çalıştıran Japonya “çağdaş” ve “medeni”sıfatını hak etmiyor mu?
Akkuyu‘da kurulmak istenen nükleer santral, Ecemiş Fay Hattı‘na 25-30 kilometre uzaklıkta yer almaktadır. Deprem kuşağında olan bu bölgeye nükleer santral kurulamayacağına ilişkin bugüne kadar yapılan uyarılar dinlenmemiştir. Ancak Japonya‘da yaşanan 8.9 büyüklüğündeki depremin ardından yaşanmakta olan nükleer felaket, Akkuyu‘da kurulmak istenen nükleer santral inadından vazgeçilmesi konusunda bir uyarıdır. Japonya‘da yaşanan bu felaket, nükleer santral savunucularının güvenlik kriterlerine ilişkin bugüne kadar dile getirdikleri savların gerçek bir doğal felaket karşısında geçersiz kaldığını gözler önüne sermektedir. Sağlam bir inşaat ve güvenlik kriterlerine uyulması durumunda nükleer santralların güvenli olduğu iddialarının gerçekleri yansıtmadığı ne yazık ki bu acı olayla bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Görüldüğü gibi güvenlik kültürünün gelişmişliği ve çalışma disiplini sorgulaması bile böylesine büyük bir felaket karşısında anlamını yitirmektedir.
Akkuyu için bundan 35 yıl önce alınmış olan yer lisansının da güncellenmesi söz konusu değildir. 35 yıl içindeki değişimleri hesaba katmayan bir yer lisansının kabulü mümkün değildir.
Bir çok bilim insanı tarafından Ecemiş Fayı‘nın sismik karakteri konusunda yapılan araştırmalarda; Ecemiş Fayı‘nın 300 km uzunluğunda olduğu, Akkuyu‘nun 20-25 km yakınından geçerek denizde devam ettiği, aktif bir fay özelliğine sahip olduğu, 6-7 büyüklüğünde bir deprem için tehlikeli bir enerji birikimi oluşturacak suskun tarihsel bir sürece sahip olduğu belirtilmektedir.
AKP iktidarı nükleer santral konusunda karanlık ve kirli hesaplar içerisindedir.
Nükleer santral; “modern” değil, “çöp teknoloji”dir; ucuz değil, pahalıdır; güvenli değil, son derece tehlikelidir; temiz değil, ölümcül derecede kirleticidir!
Bu işin acısını bizler, bu topraklarda yaşayanlar, karadaki ve denizdeki bütün canlılar, bütün olarak doğamızçekecektir. Kapitalistlerin enerji iştahı uğruna, sonunda faturayı bizler ödeyeceğiz. Fukuşima felaketi sırasında 180 km. uzaklıktaki 18 milyonluk Tokyo şehrinin boşaltılmasının Bakanlar Kurulu'nda gündeme geldiğini, panik yaratmamak için bu durumun halka açıklanmadığını unutmuyoruz. Bu yüzden susmuyor, sustukça sıranın bize gelmesini beklemiyoruz.
Halktan gerçekleri gizleyenler, açıkça yalan söyleyenler, halkın ve ülkenin geleceğini günlük çıkarlar uğruna tehlikeye atanlar hakkında “suç duyurusu”nda bulunuyoruz.
Ne Akkuyu'da, ne Sinop'ta, ülkemizin hiç bir yerinde nükleer santral istemiyoruz! Ülkemizde nükleer santral bulunmaması bir şanstır ve bu şansın korunmasını istiyoruz.
Ne nükleer, ne kömür, ne de HES'ler! Rüzgar ve güneş gibi ülkemizin zengin olduğu doğal enerji kaynaklarına yatırım yapılmalıdır.
Saygılarımızla. 13 Nisan 2012
EĞİTİM SEN ADANA ŞUBE
ÇEVRE ÇALIŞMA BİRİMİ Adına
Münir KORKMAZ
Dahası...
Eğitim Sen Adana Şube’nindüzenlediği 'Köy Enstitüleri Halkımızla Yaşıyor, Geçmişten Geleceğe” konulu söyleşi gerçekleştirildi.
15 Nisan 2012 tarihindeAdana Ziraat Mühendisleri Odası salonunda gerçekleştirilen söyleşiye; EğitimSen Adana şube başkanı Kamuran KARACA, Köy Enstitüsü Mezunları, Vahdi İNCE,Mustafa ONAR ve Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi Prof.Dr. Adnan GÜMÜŞ konuşmacı olarak katıldığı etkinliğe çok sayıda davetlide katıldı.
Söyleşi; KARACA’nın Köy Enstitülerininaçılışındaki Türkiye’de eğitim koşulları, ana amacı ve Türkiye’de yarattığısosyal olgu ve kapatılmasıyla eğitim ve sosyal alanda yapılamayanlar konularınavurgu yaptı. Köy Enstitüsü Mezunları Eğitimci Vahdi İNCE ve Mustafa ONAR Köy Enstitüleri, eğitim sistemi, topluma kazandırdıklarınıve anılarını paylaştılar,
Prof Dr. Adnan GÜMÜŞ ise KöyEnstitüleri ve günümüz eğitim sistemi üzerine hazırlamış olduğu sunumupaylaştı,
Köy Enstitüleri Tarihi
Köy enstitülerinin gerek açılış koşulları, ana amacı, kapatılış koşulları ve sorunları; gerekse ana felsefesinin gelecek için eğitim vizyonu ve misyonu katkıları konusunda gerçekçi ve gerekirci düşünce yaklaşımları ile önemli noktalarının ortaya konulması yararlı ve gerekli görülmüştür. Çünkü bir ülkenin geçmişten bugüne, geleceğe yönelik isabetli uzun dönemli politikaları ve stratejik planları ile geleceğini kazanabileceği aksi halde kaybedeceği açıktır. Ülke olarak isabetli ve kararlı uzun dönemli politikalar ve stratejik planlar ile ülke geleceğinin kazanılması, yaratılması zorunlu görülmektedir. Türkiye Cumhuriyet'inin 1930 yıllarında toplam nüfusu 14-15 milyon, köy nüfusu 11-12 milyon dolayında idi. Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinin ve nüfusunun yaklaşık % 80'i köye ve tarıma dayalı yaşamaktaydı.
O yıllarda Türkiye'nin köylerin büyük bir çoğunluğunda yol, su, elektrik, sağlık ocağı, okul yoktu. Köylerin büyük bir çoğunluğuna bilimin, demokrasinin ve cumhuriyetin temel ilkeleri ve değerleri tam girmemişti; köylülerin büyük bir çoğunluğu okuma yazma bilmiyordu. Diğer yandan 1900 yıllara doğru realizme ve pragmatizme dayalı idealizm bakış açısı yönünde Amerika'da J. DEWEY'in "iş eğitimi, üretici ve faydacı eğitim, demokratik eğitim," Avrupa'da O. DECROLY'in "hayat ile hayat içinde eğitim," görüşleri önem kazanarak yaygınlaşmıştı, yaygınlaşmaktaydı. Bu bağlamda cumhuriyet'in ilk yıllarında "yaşamda bir iş yapacak, üretici ve kişilikli insan, iyi bir yurttaş yetiştirme," görüşleri önem kazanarak kuvvetlenmişti; dolayısı ile ekonomik ve kültürel kalkınmanın tarımdan, köyden başlatılması zorunlu görülmekteydi. Atatürk'ün "Köylü milletin efendisidir," veciz sözleri doğrultusunda 1930'lu yıllarda "köycülük, köylüyü kalkındırma projeleri" geliştirilmeye ve uygulanmaya başlandı.
Köylerde tarım, hayvancılık, yapıcılık, demircilik işlerinin, sağlıklı konut ve yaşamın geliştirilmesi; köylünün cumhuriyetin ana amacı ve ilkeleri yönünde bilinçlendirilmesi, canlandırılması gerekmekteydi. Aynı yönde ayrıca daha etkin eğitim sistemi yaklaşımları, arayışları içinde eğitimde birlik çalışmaları sürdürülmekteydi.
Atatürk'e, dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'a göre eğitim yaşamın kendisi olmalıydı; eğitim sistemi, sistem çalışması ve ülkü birliği içinde geliştirilmeliydi, işe ve üretime dayanmalıydı. İş eğitimi kişinin kendisini gerçekleştirmesini, toplumsal sorunların çözümünü sağlamalıydı. Dolayısı ile öğretmenler köyün belirtilen sorunlarını çözecek biçimde yetiştirilmeliydi; aynı yönde temel bilgili, ilkeli ve koşullara dayalı serbest fikirli olmalıydı; serbest fikirli cumhuriyet gençleri yetiştirmeliydi. Köy enstitüleri fikri İkinci Meşrutiyet ile daha somut olarak ileri sürülmüştür. J. DEWEY ve diğer eğitimcileri de köy enstitüleri fikrini desteklemekteydi. Tarihi Süreci ve İncelme Bu yönde köy okullarında okuma yazma, matematik öğretimi için eğitici eleman yetiştirmek amacı ile 11.06.1937 Tarih ve 3238 tarih sayılı "Köy Eğitmenleri Yasası" çıkarılmıştır. Daha sonra 07.07.1939 Tarih ve 3704 sayılı "Köy Eğitmen Kursları ile Köy Öğretmen Okulları Yasası" çıkarılmıştır.
Bu yasa çerçevesinde Eskişehir, İzmir, Kırklareli, Kastamonu, Samsun illerinde köy öğretmen okulları açılmıştır. Aynı yönde Köy öğretmeni yetiştirme çalışmaları hızlandırılmış ve 17-29 Temmuz 1939 Milli Eğitim Şurası'nda alınan karar doğrultusunda 17.04.1940 Tarih ve 3803 sayılı ile "Köy Enstitüleri Yasası" çıkarılmıştır. Köy Enstitüleri Yasası ile daha önce açılmış ve eğitim öğretim yapmakta olan köy öğretmen okullarını da köy enstitüleri statüsü altında toplanmış; köyde üretim ve kalkınma ön plana alınmıştır. Köy Enstitülerinin çoğu ilk üç-dört yılda kuruldu; Türkiye genelinde sayısı zamanla 21'e çıkartıldı. Köy enstitüleri temel misyonunu iş, zanaat ve sanat deneyimli, yetenekli köy koşulları ile barışık köy öğretmenleri, teknik ve sağlık elemanları yetiştirmekti.
Köyü kalkındırma çalışmalarını büyük bir coşku içinde temel, eğitim ve kültür bilgilerine önem vererek sağlamaktı. Köy enstitüleri öğrencileri ilk yıllarda eğitim öğretim süreci içinde önce kendi okullarını, atölyelerini, iş yerlerini bizzat kendileri yapmışlardı. Günlük gıda temini, yiyecek, içecek, temizlik temini işlerini kendileri yaparlardı. Aynı yönde çağdaş ve demokratik iş eğitimi, yaratıcı üretim ve verimlilik eğitimi görüşü ve yaklaşımları izlenirdi. Eğitim öğretim, uygulama ve iş süreçlerinde çevreye görelik, doğa uygunluk, kendi kendini yönetme, kendi kendine çalışma ilkeleri ve yöntemleri izlenmişti.
Köy Enstitüleri bu doğrultuda eğitim öğretim çalışmalarını kalitelerini artırarak 14 yıl başarı ile devam ettirmiştir. Bu dönemde 17 341 öğretmen, 8 675 eğitmen, 1 248 sağlık memuru olmak üzere toplam 27 264 eleman yetiştirmiştir. Bu gelişim süreçlerinde diğer yandan 1950'li yıllarda ABD ve Avrupa ülkelerinde şehir nüfusu % 70'ı aşmışken Türkiye'nin nüfusu 21 milyona, şehir nüfusu ancak 5-6 milyona yaklaşmıştı. Yine İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünyadaki yeni ekonomik oluşumlara, bloklaşmalara bağlı olarak Türkiye'de de öncelikler değişmeye; kişisel özgürlük, özel girişimcilik beklentileri de gelişmeye başladı. Türkiye'de şehirleşme, sanayileşme, özel sektör politikaları gelişmeye, bu politikaların gerektirdiği sosyal yaşam ve yatırım öncelikleri; şehirlilik, seçkinlik, kalite ve moda kültürü önem kazanmaya, milli eğitim öncelikleri değişmeye başladı. Aynı yönde çağdaş yaşama, dini inanca ve bilime dayalı idealistlik ve seçkinlik önem kazanırken gerçekçilik, üretkenlik, verimlilik ve faydacılık biraz ihmal edilmeye başlandı. Köy enstitülerinde de bu bağlamda temel ve teorik bilgilere, eğitim ve kültür bilgilerine önem veren bakış açıları gelişmekteydi. Öğretmen yetiştirme bakış açılarında beliren bu yeni yaklaşımlar doğrultusunda 5-14 Şubat 1953 Tarihli Beşinci Milli Eğitim Şurası'nın köy öğretmen okulları ile köy enstitülerini birleştirme kararları doğrultusunda 04.02.1954 Tarih ve 6234 sayılı "İlk Öğretmen Okulu Yasası" çıkarıldı. Köy enstitüleri belirli kesimlerin ileri sürdüğü biçimde gerçekten erken kapatılmıştı.
ŞUBE MECLİS TOPLANTISI GERÇEKLEŞTİRİLDİ
Eğitim Sen Adana Şube meclis toplantısı 21 Nisan 2012 tarihinde şube binasında işyeri temsilcileriyle bir araya gelen şube yürütme kurulu şube meclis toplantısını gerçekleştirildi, Şube yürütme kurulu önümüzdeki 1 Mayıs ve İlksan hazırlıkları hakkında genel bilgilendirme yaptıktan sonra üyelerle Geçmiş sürecin değerlendirilmesi, 4+4+4, 4688 değişiklikleri ve görevlerimiz Eğitim, örgütlenme ve mücadele programı ve Önümüzdeki sürece ilişkin öneriler değerlendirildi.
Adana'da '1 Mayıs' Coşkusu
'1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü', Türkiye genelinde olduğu gibi Adana'da da kutlandı.
'1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü', Türkiye genelinde olduğu gibi Adana'da da kutlandı. Meydanlar sloganlarla inlerken, alanlara çıkanlar talep ve isteklerini Türkçe, Kürtçe ve Arapça yaptıkları konuşmalarla dile getirdi. Doktorlar, beyaz önlükleriyle yürüyüp son dönemde artan şiddet olaylarını protesto etti, avukatlar ise 'Özel Yetkili Mahkemeler'e karşı çıktı.
BEYAZ ÖNLÜKLÜ 'ŞİDDET' PROTESTOSU
1 Mayıs Tertip Komitesi tarafından organize edilen miting, Mimar Sinan Açık Hava Tiyatrosu önünde başladı. Başta sendikalar olmak üzere sivil toplum kuruluşları, siyasi parti ve meslek odalarının katılımıyla gerçekleştirilen mitinge, güneşli ve sıcak havaya rağmen yoğun ilgi gösterildi. Eylemciler taşıdıkları pankart ve dövizlerle iş hayatında yapılan düzenlemelere karşı çıkarken, attıkları sloganlarla da talep ve isteklerini dile getirdi. Adana-Osmaniye Tabip Odası, Gaziantep'te görevi başındayken uğradığı bıçaklı saldırı sonucu hayatını kaybeden doktor Ersin Aslan'ın fotoğrafının yer aldığı ve üzerinde; 'Sırtımızdan Vurulduk Yastayız' pankartıyla yürüdü. Kimi hekimler beyaz önlükleriyle yürüyüşe katılırken, 'Halkımız Uyuma Doktoruna Sahip Çık' şeklinde sloganlar atması dikkat çekti.
Tüm Fotograflar Ulaşmak İçin Tıklatın
Yürüyüş, Uğur Mumcu Meydanı'nda son bulurken, Mitingde konuşmalar Türkçe, Kürtçe ve Arapça olarak yapılırken, 1 Mayıs Tertip Komitesi adına söz alan Eğitim-Sen Adana Şube Başkanı Kamuran Karaca, bugün çalışanların her zamankinden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğunu vurguladı.
Karaca, "Çünkü karşımızda kazanılmış haklarımıza saldırılarda tam bir işbirliği yapan sermaye güçleri var. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, bizleri kendi çıkarları doğrultusunda bölmeye çalışanlar amaçlarına ulaşamayacak. Çünkü bugün ülkede sesini, dünyadaki sınıf kardeşleriyle birleştirmek için alanlarda olan milyonlar bu hesabı bozacak" dedi. Konuşmaların ardından yerel gruplar, sahne alırken '1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü Mitingi' olaysız bir şekilde sona erdi.
1 Mayıs Tertip Komtitesi Başkanı Kamuran KARACA'nın Konuşmasının Tam Metni
Yaşamını alın teriyle kazananlar, işçiler, kamu emekçileri, işsizler, emekliler, kadınlar, öğrenciler, ülkemizin onurlu ve aydınlık insanları,
Dostalar! Merhaba!
Hepinizi 1 MAYIS Tertip Komitesi adına saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum.
Her milliyetten işçilerin, emekçilerin, kapitalist sömürü ve baskıya, emperyalist saldırganlığa, her türlü ayrımcılığa karşı kol kola, omuz omuza vererek alanlara çıktığı 1 Mayıs bayramını coşkuyla selamlıyoruz. Öncelikle 77 1 Mayıs’ı, katliamda kaybettiğimiz arkadaşlarımız olmak üzere bu mücadelede yaşamını kaybetmiş tüm arkadaşlarımızı, sevgiyle, saygıyla anıyoruz. Onlara buradan sesleniyor ve bir kez daha söz veriyoruz. Sizin davanızın peşini bırakmayacağız, sorumlular tek tek ortaya çıkana kadar bu davanın takipçisi olacağız. Uğruna yaşamınızı verdiğiniz mücadele sürüyor, milyonlar bugün alanlarda kararlılıkla sizlerin mücadelesini sürdüreceğini haykırıyor.
Dostlar,
İçinde bulunduğumuz sosyal ve siyasal koşullara baktığımızda, birliğe ve dayanışmaya her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuz günlerden geçiyoruz. Çünkü karşımızda, kazanılmış haklarımıza saldırılarda tam bir işbirliği yapan sermaye güçleri ve onlardan aldığı cesaretle her geçen gün daha da pervasızlaşan AKP iktidarı var. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, bizleri kendi çıkarları doğrultusunda bölmeye çalışanlar amaçlarına ulaşamayacaklar.
Çünkü bugün tüm ülkede sesini dünyadaki sınıf kardeşleriyle birleştirmek için alanlarda olan,
İşgale, savaşa, işsizliğe ve sömürüye karşı, barışın, kardeşliği ve yaşamı savunan, açlığı, yoksulluğu, sömürüyü, savaşı, acı ve gözyaşlarını yenmek için mücadele eden milyonların birleşik gücü, bu kirli hesabı bozacaktır.
Dostlar,
İşçi sınıfının uluslararası bayramını kutladığımız bugün AKP hükümetinin dışarıda ve içerde emek düşmanı, halk düşmanı saldırıları doruk noktasına çıkmış durumda. Emperyalizmin taşeronluğuna soyunulan dış politikada Suriye’ye yönelik savaş tehdidinin dozajı gittikçe arttırılıyor. Sınıf savaşı cephesinde ise çok yönlü saldırılar tüm hızıyla sürüyor.
Yıllardır özelleştirme ve taşeronlaştırma ile örgütsüzlüğü dayatanlar yeni iş cinayetlerini arttırmaya devam ediyor. Resmi rakamlara göre geçtiğimiz yıl 1543 işçi kardeşimiz sermayenin kar hırsına kurban verildi. Çok basit önlemler alınmadığı için sadece bu ay içerisinde 57 işçi kardeşimiz hayatını kaybetti. İş kazalarında Türkiye’yi Avrupa’da birinci dünyada üçüncü sıraya yükseltiler. Buna rağmen utanmadan çıkıp Çin’den sonra en hızlı büyüyen ekonomiye sahip olmakla övünüyorlar. Buradan soruyoruz: Hangi büyüme? Kim büyüyor?
Sayısını 9 yıllık iktidarınızda 4 ten 38 e çıkardığınız dolar milyarderleri mi yoksa 751 TL’ye mahkûm ettiğiniz asgari ücretli mi büyüyor?
Kim büyüyor? Teşvik üstüne teşvik yağdırdığınız sermaye mi yoksa 1050 TL’yi aşan açlık sınırının altına ittiğiniz milyonlar mı?
Kim Büyüyor? Gemcikler aldığınız çocuklarınız mı yoksa doğalgaz, elektrik, akaryakıt gibi temel tüketim maddelerine zam üstüne zam yaparak sefalete ittiğiniz yoksul halk mı?
Büyüyen sadece bu iktidar, bu iktidarın yandaşları ve sözcülüğünü yaptığı sermayedir.
Emekçilerin ve yoksullaştırılan halkın ise sıkıntıları, sefaleti büyüyor. Alın başınıza çalın böyle büyümeyi. İşçilerin ölümü, halkın yoksulluğu üzerinden sağladığınız büyümeniz olmaz olsun.
Son dönemde çıkarılan yasalarla toplumsal yaşamın ve kurumların tüm dengeleri bozuldu.
Değiştirilen kanunlar, son dönemde çıkartılan Kanun hükmünde kararnameler ve yönetmelik değişiklikleri ile meslek odaları ekonomik açıdan güçsüz bırakılmak istenmekte ve itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Meslek odalarının kapısına kilit vurması anlamı taşıyan mevzuat değişiklikleri bir an önce iptal edilmeli, meslek odalarının eşit düzeyde temsil edileceği kurullar oluşturularak mesleki alanı ve meslek odalarını düzenleyen yasalar hazırlanmalıdır.
Diğer yandan; Türkiye Sağlık Ortamı ve Hekimlik çok önemli bir eşiğe gelmiştir. 2002 yılından bu yana uygulanan politikaların sonuncusu olarak çıkarılan 663 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname ile Sağlıkta Dönüşüm programı tamamlanmıştır. Sağlık uygulamaları tamamen değişmiş, çıkarılan yasa ve yönetmenlikleri artık kimse takip edemez hale gelmiştir. Tüm bu uygulamalar hekimler ve sağlık çalışanları açısından, yarınları, bilinmez bir hale getirmiştir. Toplumsal yaşamda ki bu belirsizlik, geleceğe yönelik güvensizlik, antidemokratik uygulamalar ve korkular endişelerimizi daha da arttırmaktadır. Hekimler, çaresiz, yarın ne olacağını bilmeden yaşamlarına ilişkin yeni belirlemeler yapmaya çalışmaktadırlar.
Sağlık sistemi soygun sistemine dönüştü,
“Sağlık reformu yapıyoruz. Herkesin sağlık sigortası olacak, Hastalandığında istediği hastaneye gidecek, istediği hizmeti alacak… Eskisinden fazla ek hiçbir para ödenmesi de gerekmeyecek” demişlerdi.
Peki, ne oldu?
Hele bir hastaneye gitmeyelim:
“Katılım payı” diyorlar, alıyorlar,..
“İlave ücret” diyorlar, alıyorlar…
“Reçete bedeli” diyorlar, alıyorlar…
“10 gün içinde ikinci defa geldin” diyorlar, alıyorlar…
“Yatak ücreti” diyorlar, alıyorlar…
“Eş değer ilaç farkı” diyorlar, alıyorlar…
Alıyorlar da alıyorlar.
Biz vermekten bıktık usandık, Onlar almaya doymuyorlar.
Sağlık sistemi soygun sistemine dönüştü. Gerçek apaçık ortada. Bize yalan söylediler! Asıl amaçları sağlığı paralı hale getirmek, ticarileştirmek, özelleştirmek
Dostlar;
Eğitim alanını dinselleştiren ve ticarileştiren 4+4+4 yasasını da bütün itirazlarımıza rağmen çıkardılar. Meclisteki sandalye sayılarının çokluğuyla, el kaldırıp indirenler, emek düşmanı onlarca yasayı çıkardılar. 4+4+4 düzenlemesi ile eğitimi, sağlıkta dönüşüm politikaları ile sağlığı tamamen paralı hale getirdiler. Anayasayı, uluslar arası sözleşme ve anlaşmaları yok sayarak kamu emekçilerine bir sendika yasasında olması gereken temel hiçbir düzenlemeye yer vermeyen yasayı çıkardılar.
Örgütlenme özgürlüğünün sınırlarının kaldırılmadığı, yıllardır hormonlayarak büyüttükleri yandaş konfederasyonları dışında kimsenin taleplerini dikkate almadıkları bu yasa kamu emekçilerinin yasası değildir. Bu ülkenin onurlu kamu emekçileri bu sahte sendika yasasının tarihin çöplüğündeki yerini alması için fiili, meşru mücadelesini kararlılıkla sürdürecektir.
Diğer Taraftan
İşçi sınıfının kıdem tazminatlarına el konulmasının hesapları yapılmakta, kazanılmış hakları tek tek ellerinden alınmaya çalışılmaktadır. Sendikalarda Örgütlenmelerinin önüne her gün yeni bir engel çıkarılmakta, her şeye rağmen sendikalaşanlarında işlerine son verilmektedir. İşveren Taşeron düzeniyle, işçi sınıfını örgütsüzlüğe ve açlığa mahkûm etmek istenmektedir.
İlimizde de durum farklı değil. Grevdeki AMYLUM nişasta işçileri sendikalaştılar, haklarını istediler ve greve çıktılar. İşveren Haklarını vermemek için her yolu deniyor. İşçilerin onurlu direnişi 59. Gününde. TEDAŞ’ta çalışan taşeron işçileri de Enerji Sen’de örgütlendiler. Karşılığında işten çıkarıldılar, işlerine dönmek için verdikleri mücadele 59. gününde. Buradan; AMYLUM ve TEDAŞ işçilerini, onurlu mücadelelerinden dolayı kutluyor yanlarında olduğumuzu haykırıyoruz.
Türkiye’de milyonlarca emekli düşük maaşlarıyla yaşam savaşı veriyor. Kendilerini açlığa mahkûm eden AKP zihniyetini kınıyor, insanca yaşayacakları ücretlere kavuşmalarının en doğal hakları olduğunu buradan haykırıyoruz.
Dostlar;
AKP Hükümetinin “ileri demokrasi” adı altında başlattığı tasfiye hamlesi neredeyse bütün toplumsal muhalefet kesimlerini kapsayarak sürüyor. AKP baskı düzenini dayatıyor. Haklarını arayan tüm kesimlere karşı polis şiddeti artıyor. Terörle Mücadele Yasası sıkıyönetim yasası gibi işleyerek adeta Toplumla Mücadele Yasasına çevrilmiş durumda. DGM zihniyetinin kılık değiştirmiş hali olan Özel Yetkili Mahkemeler siyasi iktidara muhalif tüm kesimleri ezmenin fiili aracı haline getirildi.
12 Eylül artığı darbe anayasasını kendilerine kalkan yapanlar, düşünce ve ifade özgürlüğünü engellemeye devam ediyor. Ülkemize, dünyada tutuklu gazeteci sayısı en fazla olan ülke utancı yaşatılıyor. İktidar ne kadar da “içeride olanlar gazetecilik faaliyetinden tutuklu değil derse desin. Hatta tutuklu gazetecileri yüz kızartıcı suçlarla itham etmeye çalışırsa çalışsın. Biz onların işçilerin, emekçilerin, halkın sesini duyurmaya çalışan gerçek gazeteciler olduğunu biliyoruz. Ve onlarla gurur duyuyoruz.
Dostlar,
Ülkemizde Kürt sorununda yaşanan gelişmeler de kaygı verici boyutlara ulaşmış durumda. Kürt sorununun çözümü noktasında, demokratikleşme talepleri halen görmezden geliniyor.
Halkın oyları ile seçilmiş vekilleri, belediye başkanlarını kelepçeleyerek tutuklanıyor. Anaların barış çağrılarına kulaklar tıkanıyor. Aradan beş ay geçmesine rağmen 34 sivil vatandaşımızın katledildiği Roboski katliamının faillerini açığa çıkarmak için bir arpa boyu yol katledilmedi. Ama Sivas katliamının failleri zamanaşımından faydalandırılıyor. Bu ülkenin başbakanı failleri zaman aşımın uğratılan dava için “ Memlekete, millete hayırlı olsun” diyebiliyor.
Susurluk’un kilit isimleri, faili meçhul cinayetlerin tetikçileri “somut delil bulunamadığı” gerekçesiyle tahliye ediliyor. Ama puşinin, şemsiyenin delil olarak gösterildiği iddianamelere yüzlerce öğrenci zindanlara atılıyor.
Bin operasyon yapmakla övünen Mehmet Ağar’a ödül gibi ceza verilmesi yetmiyormuş gibi konforlu, güvenli hapishane aranırken, sayıları 13 bine ulaşan politik tutuklunu ceza evi koşulları her gün daha da ağırlaştırılıyor.
Kadına yönelik şiddet ve tecavüz davalarının sanıkları iyi hali görülerek dışarı salınıyor. Daha 4 gün önce Fethiye davasının sanıkları beraat ettirildi. Bu koşullarda kadına yönelik şiddet ve cinayetlerin çığ gibi artmaya devam etmesi engellenebilir mi?
Değerli Dostlar!
Yoksulluğun, adaletsizliğin, hukuksuzluğun hâkim kılınmak istendiği bir ülkede,
Emeğin, emekçilerin haklarının tanınmadığı bir ülkede, Demokrasiden de insan hak ve özgürlüklerinde de bahsedilemez.
Bizler, her şeye rağmen, bu önemli gün vesilesiyle emekten, eşitlikten, özgürlükten, barıştan ve adaletten yana bir ülke ve dünya kurmak mümkün olduğunu biliyoruz.
İnsanın insanı sömürmediği; hiçbir halkın dil, din, kültür farklılıkları nedeniyle baskı ya da ayrımcı uygulamalarla karşılaşmadığı;
İnsanların açlıktan ölmediği; çocukların savaşlar sonucunda anasız babasız kalmadığı;
Türkiye’de ve bütün dünyada emeğin, barışın, dayanışmanın ve kardeşliğin hüküm sürdüğü bir gelecek yaratmak için mücadelemize kararlılıkla, azimle, inançla devam edeceğiz.
Bizler milliyetçi, ırkçı, dindar ve kindar nesillerin yetiştirildiği bir ülke değil, bilimin, emeğin, barışın, kardeşliğin egemen olduğu bir ülke istiyoruz.
Sokaklarında kardeşlik türküleri söylenen, emeğin hakkının, insanlık onurunun en temel değerler olarak görüldüğü demokratik yaşama, özgür ülke hedefimize mutlaka, ama mutlaka ulaşacağız.
Demokratik bir ülke ve insanca bir yaşam mücadelesi verenler, halkları birbirine düşürmeyi planlayan ırkçı-şoven güçlerin oyununu bozacaktır. Halklar arasında yüzyıllardır süren kardeşliği engellemek isteyenlerin bizleri birbirimize düşürme yönündeki girişimlerine asla izin vermeyeceğiz.
Türkiye’de emek, barış, eşitlik ve özgürlük uğruna yaşamı yitirmiş olan yoldaşlarımızdan aldığımız mücadele bayrağını daha da yükseklere çekeceğimize söz veriyoruz.
Sizleri 1 Mayıs Tertip Komitesi adına bir kez daha selamlıyor, saygılar sunuyorum.
YAŞASIN 1 MAYIS!
YAŞASIN İŞÇİLERİN, EMEKÇİLERİN BİRLİĞİ, HALKLARIN KARDEŞLİĞİ!
TÜRK İŞ, DİSK, KESK, TMMOB, ADANA TABİP ODASI
Kurumlar Adına Tertip Komitesi Başkanı
Kamuran KARACA
KESK Adana Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü
KESK Mali Sekreteri Ali Berberoğlu’nun Adana'da gerçekleştirdiği Basın Açıklaması Metnidir.
HÜKÜMETE, KAMU EMEKÇİLERİNE VE KONFEDERASYONLARA ÇAĞRIMIZDIR!
Değerli Basın Emekçileri,
Bilindiği üzere 2012-2013 Toplu sözleşme süreci 30 Nisan 2012 tarihinde Çalışma Bakanlığında yapılan toplantı ile başlamıştır. Görüşmelerden bir hafta önce konfederasyonlar taleplerini hükümete iletmiştir. Ancak tüm ısrarlarımıza rağmen hükümet teklifini hala açıklamamış, 14 Mayıs 2012 Pazartesi günü sunacağını bildirmiştir.
Diğer taraftan Cumhuriyet tarihinde ilk defa kamu emekçilerine dört aydır zam vermeyerek mağdur eden hükümet, toplu sözleşme görüşmeleri öncesinde başlattığı “bütçe kaynakları sınırlı” yönündeki açıklamalarını sürdürmektedir. Öncelikle hükümeti toplu sözleşme görüşmelerini baskı altına almaya yönelik bu açıklamalara son verilmesi konusunda sorumluluğa davet ediyoruz.
Değerli Basın Emekçileri,
KESK olarak, 4688 Sayılı yasada sadece kısmi tadilat yapılması sonucunda oluşturulan yasanın yasaklayıcı ve sınırlayıcı düzenlemelerine rağmen kamu emekçilerinin taleplerinin sözcülüğünü yapmaya devam edeceğimizi, fiili ve meşru mücadelemizi kararlılıkla sürdüreceğimizi kamuoyuna daha önce ilan etmiş bulunuyoruz.
KESK’in ancak ve ancak kamu emekçilerinin iradesinin yansıması ile işlevli hale gelebilecek olan bir toplu sözleşme düzeni oluşturulması konusunda taraf olduğunu tekrar vurgulamakta yarar görüyoruz.
Attığımız her adımda kamu emekçilerinin taleplerini temel almanın sorumluluğu ile 14 Mayıs 2012 Pazartesi günü toplu sözleşme konusunda teklifini sunacak olan hükümeti bir kez daha uyarıyoruz.
v Çalışma yaşamını ilgilendiren bütün konuların görüşüleceği, her sendikanın kendi üyeleri adına toplu sözleşme imzalayacağı ve anayasal hakkımız olan grevi teminat altına alan bir düzenleme,
v 2012 yılı için en düşük kamu emekçisi maaşının 2.145 TL’ye yükseltilmesini, bu çerçevede tüm kamu emekçilerinin maaşlarına %30 zam yapılmasını,
v Kamuda sözleşmeli, taşeron v.b. farklı statülerdeki güvencesiz çalışmaya son verilmesini ve tüm çalışanların iş güvencesine kavuşturulmasını,
v Her ne ad altında olursa olsun aldığı tüm ek ödemelerin emekli aylığına yansıtılmasını,
v Maaşlarının vergi dilimi artışından etkilenmemesini,
v Ek ödemeleri düzenleyen 666 Sayılı KHK ile yaratılan ücret adaletsizliği ve mağduriyetlerin giderilerek gerçekten eşit işe eşit ücretin ödenmesini,
v Kadın kamu emekçilerine; başta görevde yükselme ve unvan değişikliklerinde olmak üzere çalışma yaşamında uygulanan negatif ayrımcılığa, baskı ve şiddete son verilmesini,
v İdarenin sendikalar ve üyeleri üzerinde çeşitli yöntemlerle uyguladığı baskıların son bulmasını, özgür örgütlenme ortamının sağlanmasını
İSTEYEN
KAMU EMEKÇİLERİNİN BU ASGARİ TALEPLERİNE KULAK VERİN!
Hiç kimsenin bu asgari taleplerin yer almadığı bir "Toplu Sözleşmenin" altına KESK'in imza atmasını beklemeye hakkı yoktur. Eğer, hükümet kamu emekçilerinin bu taleplerine kulaklarını tıkmaya devam ederse 2 milyonu aşkın kamu emekçisi ve 1,8 milyon emeklinin taleplerinin takipçisi olmak için tüm olanaklarımızı ve gücümüzü sonuna kadar seferber edeceğimiz bilinmelidir.
Bunun ilk adımı olarak toplu sözleşme görüşmelerinin sonuçlandığı 21 Mayıs tarihinde uzlaşma sağlanamazsa; sürecin doğal sonucu olarak, Kamu Görevlileri Hakem Kuruluna başvuru tarihi olan 25 Mayıs 2012 gününe kadar olan süre içersinde Grev hakkımızı kullanacağımızı ilan ediyoruz.
Biz kamu emekçileri olarak zaten yıllardır fazlasıyla fedakârlıkta bulunduk. Yoksulluk sınırına uzak açlık sınırına yakın bir yaşam mücadelesi sürdürmeye terk edilen kamu emekçileri ve emekliler olarak hükümetten fedakârlık değil hakkımızı istiyoruz.
Tüm Kamu Emekçilerine ve Konfederasyonlara Çağrımızdır!
Sıraladığımız talepler sadece KESK'in değil hepimizin talepleridir. Ülkemizin fedakâr kamu emekçilerinin çok daha fazlasını hak ettiğini hepimiz çok iyi biliyoruz.
Gelin, her fırsatta ülkemizin ekonomik büyüme rakamları ile övünenlerin bu büyümede en çok katkısı olan kamu emekçilerini kapı kulu olarak görmelerine birlikte dur diyelim.
Gelin, insanca bir yaşam için taleplerimize sahip çıkalım ve bu talepler için mücadeleyi birlikte yükseltelim.
Gelin, 14 Mayıs’ta kendi teklifini sunacak olan hükümet taleplerimize kulaklarını tıkamaya devam ederse haklarımız için tarihi ve süresini birlikte belirleyeceğimiz GREV’i örgütleyelim.