egitimsen2

egitimsen2

24 Kasım Öğretmenler Günü” 12 Eylül döneminin bir ürünü

 

24 Kasım Öğretmenler Günü”nün 12 Eylül döneminin bir ürünü, 12 Eylül zihniyetinin nasıl bir öğretmen istediğinin simgeleştiği bir gün olduğu gerçeği unutulmamalıdır.

Bugüne kadar hiçbir öğretmenler gününde, öğretmenlerin gerçek sorunları tartışılmamış, yüz binlerce eğitim emekçisinin sosyal ve ekonomik sorunları çözmek yönünde herhangi bir adım atılmamış olması düşündürücüdür.

 

24 Kasım’ın, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Millet Mektepleri Başöğretmenliğini” kabul ettiği gün olması açısından tarihsel bir gerçekliği ve önemi bulunmasına karşın, “24 Kasım Öğretmenler Günü”nün 12 Eylül döneminin bir ürünü, 12 Eylül zihniyetinin nasıl bir öğretmen istediğinin simgeleştiği bir gün olduğu gerçeği unutulmamalıdır.

Türkiye’nin sadece öğretmenleri değil, bütün eğitim ve bilim emekçileri yılda sadece bir gün hatırlanmayı değil, yıllardır yaşadıkları ekonomik, sosyal ve özlük sorunlarına sağlıklı ve gerçekçi çözümler üretilmesini beklemekte ve talep etmektedir.

Eğitim sisteminin öncelikli sorunları arasında yer alan ve eğitim hizmetlerinin nitelikli ve sağlıklı yürütülmesini güçleştiren öğretmen açıkları yıllardır alarm vermektedir. 2010 yılı sonu itibariyle atama bekleyen 350 bini aşkın işsiz öğretmenin bulunmaktadır. Öğrencilerin öğretmensiz, öğretmenlerimizin işsiz olduğu bir ülkede “öğretmenler günü” gibi bir gün nasıl kutlanabilir.

Milli Eğitim Bakanlığı yıllardır eğitim ve bilim emekçilerinin, sendikaların eleştiri ve önerilerine kulaklarını tıkamakta, bildiğini okumaya devam etmektedir. Öğretmen açıklarını kadrolu öğretmen atamaları ile kapatmak yerine, eğitimde sözleşmeli, ücretli öğretmenlik gibi güvencesiz istihdam biçimlerinin yaygınlaşması düşündürücüdür. Ücret, sosyal ve özlük haklar açısından öğretmenler arasında farklılık yaratan güvencesiz istihdam uygulamalarından vazgeçilmeli, eğitimin bütün kademelerinde sadece kadrolu istihdam benimsenmelidir.

Ülkemizde öğretmenler yoksulluk sınırının altında, memur ve hizmetliler açlık sınırında maaş almayı sürdürmektedir. Hükümetin eğitimin ve eğitim emekçilerinin taleplerine kulaklarını tıkamış olması, yaşanan yoksulluğu mutlak olarak arttırmış, diğer ülkelerde çalışan eğitim emekçileri ile aramızdaki sosyo-ekonomik uçurum her geçen yıl büyümüştür. 35 ülkenin üye olduğu OECD ülkelerinde öğretmenlerin ortalama çalışma saati 1.652 saat iken, bu rakam ülkemizde 1832 saattir.  Sadece bu kriter çerçevesinde değerlendirdiğimizde bile Türkiye’de görev yapan bir öğretmen OECD üyesi ülkelerdeki öğretmenlerden her yıl 180 saat daha fazla çalışmasına rağmen, daha düşük ücret almaktadır.

Okul türlerine göre öğretmen başına düşen öğrenci sayısı açısından bir karşılaştırma yaptığımızda İlköğretimde görev yapan bir öğretmen başına düşen öğrenci sayısı OECD ülkelerinde ortalama 16 iken, Türkiye’de 42’dir. Ortaöğretimde çalışan öğretmen başına düşen öğrenci sayısı OECD ülkelerinde ortalama 13 iken, bu sayı Türkiye’de 49’dur. Türkiye OECD’ye 2010 yılının rakamlarını bildirmediği için veriler OECD’nin Bir Bakışta Eğitim (2009) raporu ile MEB’in 2009-2010 Örgün Eğitim İstatistikleri’nde belirtilen, Türkiye’deki (resmi + özel) bütün okullardaki öğrenci ve öğretmen sayıları ile karşılaştırılarak hesaplanmıştır.

OECD ülkeleri ile yapılan karşılaştırmalardan da anlaşılabileceği gibi, Türkiye’de öğretmenler, dünyanın çeşitli ülkelerindeki meslektaşlarına göre birim saat olarak daha fazla mesai harcamasına, daha fazla çalışmasına, daha fazla sayıda öğrencinin sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalmasına rağmen emeğinin karşılığı olan hak ettiği değeri alamamaktadır.

Son yıllarda eğitim sisteminde yapılan değişiklikler, yıllardır yaşanan sorunlara yeni mağduriyetler eklemiştir. Resim, müzik ve beden eğitimi gibi, çocuk ve gençlerimizin sosyal ve kültürel gelişimi açısından önemli derslerin ders saati azaltılmış, bu branşlarda görev yapan öğretmenler mağdur edilmiştir. Sanat eğitimi, beden, resim, müzik ve bilişim teknolojileri gibi derslerin ders saatleri arttırılmalı ve zorunlu olmalıdır.

Ek ders ücretlerine ilişkin sorunlar yıllardır devam etmekte, ek ders yönetmeliğinde yapılan her değişiklik yeni mağduriyetler yaratmaktadır. Bu konuda yıllardır sorun yaşanmasının nedeni bakanlığın yönetmeliği tek başına belirlemesidir. Ek ders yönetmeliğinin yarattığı mağduriyetler giderilmeli, bakanlık ek ders yönetmeliğini sendikalarla birlikte ele almalıdır.

Eğitim Sen, yıllardır ücretlerin, sosyal ve özlük hakların tek taraflı olarak değil, grev hakkını da içerek gerçek bir toplu sözleşme düzeni ile belirlenmesini savunmakta ve talep etmektedir. Bugünkü durumun var olan sorunların çözümsüzlüğünü sürdürmekten başka bir işe yaramayacağı ortadadır.

Yüz binlerce öğretmeni, eğitim ve emekçisini yıllardır yoksulluğun kıskacına alan, yaptığı işe ve mesleğine karşı küstüren uygulamalara karşı bilimsel, demokratik, nitelikli bir eğitim yaratmak için taleplerimize yanıt, sorunlarımıza çözüm üretilmesini bekliyoruz.

Eğitim ve bilim emekçilerine insanca yaşayabilecekleri, kendilerini yenileyerek daha nitelikli ve sağlıklı hizmet verebilecekleri çalışma ve yaşama koşulları yaratılmalıdır. Bunun için sadece öğretmenlerin değil, bütün eğitim ve bilim emekçilerinin başta maaşları olmak üzere mesleki, sosyal ve özlük hakları iyileştirilmeli, koşulları insan onuruna yaraşır bir düzeye yükseltilmelidir. 23.11.2010

Eğitim Sen Adana Şube Başkanı

Güven BOĞA

KADINLARIN EN DEMOKRATİK TALEPLERİ İÇİN, KADIN CİNAYETLERİNE, CİNSEL İSTİSMARA, EMEK SÖMÜRÜSÜNE KARŞI YÜRÜYÜŞ YAPAN

KESK’Lİ KADINLARA YAPILAN POLİS SALDIRISINI ŞİDDETLE KINIYORUZ.

"Kimliğimin, bedenimin ve emeğimin sömürülmesine karşı mücadele ediyor, barış için yürüyorum" sloganıyla Ankara'ya doğru başlatılan yürüyüş kapsamında Hakkari'den yola çıkan kadınlara Urfa'da polis sert müdahalede bulundu.

 

Müdahalede otobüste bulunan tüm kadınlar gözaltına alındı.KESK Kadın Sekreterliği, İHD ve Ankara Barış İçin Kadın Girişimi öncülüğünde Türkiyeli kadınların başlattığı, "Kimliğimin, bedenimin ve emeğimin sömürülmesine karşı mücadele ediyor, barış için yürüyorum" yürüyüşünün birinci kolu olan Hakkari'den yola çıkan ve Van, Siirt, Batman polis engelleriyle karşılaşan kadınlara polis Urfa'da müdahale etti. Eyüp Peygamber Makamı önüne Urfalı kadınlar tarafından karşılanan kadın yürüyüşçüler, buradan Urfa Cezaevi'ne doğru yürüyüşe geçti. Bir süre yürüyen kadınların önünde barikat kuran polis, kadınlara coplarla müdahale etti.

Müdahale sırasından polis, KESK Urfa Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü ve Eğitim Sen Şube Başkanı Sıtkı Dehşet, Eğitim Sen Şube Sekreteri Halit Şahin, Eğitim Sen Eğitim Sekreteri Yasin Öztürkoğlu, Ali Polat ile Hakkari'den yürüyüşe katılan tüm kadınlar gözaltına alındı. Polis gözaltına aldıklarını yerlerde sürükleyerek, ellerini kelepçeledi.

Yürüyüş kolları 12 Kasım’da Ankara’da Demirtepe’de bir araya gelecek ve Başbakanlığa yürüyecek. İllerden getirilen dosyalar Başbakanlığa sunulacakken bu saldırı ile kadın sorunlarına ve barışa suskun bir iktidarın gerçek yüzünü gözler önüne sermesi açısından önemlidir. Bu yürüyüşle, Türkiye’deki bütün kadınların yaşadığı her türlü sorun bir bütün olarak birlikte ele alınmak istenmekte ve kadınların gücünü açığa çıkarmayı hedeflemektedir.

Özellikle son dönemlerde emek sömürüsünün, kadın cinayetlerinin ve çocuk istismarının çokça yaşandığı ve aynı zamanda her türlü sorunun katmerli bir şekilde artığı ülkemizde bu yürüyüş sorunların dile getirilmesi açısından önem arz etmekteydi. Saldırıyı şiddetle kınıyoruz.12.11.2010 

Eğitim Sen Adana Şube Yönetim Kurulu Adına

Güven BOĞA

Şube Başkanı

KADINA YÖNELİK ŞİDDETE KARŞI MÜCADELE VE ULUSLARARASI DAYANIŞMA GÜNÜ

25 Kasım’ın her yıl kadına yönelik şiddete karşı birlik, dayanışma ve şiddetle mücadele günü olarak anılması, Dominik Cumhuriyeti’nde kanlı bir diktatörlüğe karşı mücadele eden Mirabel Kız kardeşlerin 1960 yılında 25 Kasım tarihinde tecavüz edilerek öldürülmelerine dayanmaktadır. 1981 yılında Kolombiya’da toplanan Latin Amerika Kadın Kurultayı’nda 25 Kasım tarihi, Mirabel Kardeşlerin anısına “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” ilan edilir. Birleşmiş Milletler de, 1999 yılında 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” olarak kararlaştırır.

 

 

Türkiye kadına yönelik şiddette dünya ikincisi. Kadın-erkek eşitliği sıralamasında ise 134 ülke arasında 129. sırada.  Her 5 kadından 1’i yaşamında en az bir kez tecavüze veya tecavüz girişimine maruz kalıyor. Türkiye’de 3800 sığınma evinin bulunması gerekiyor. Ancak şu anda faaliyette olan sığınma evi sayısı 70 civarında.

Kadına yönelik şiddet 2010 yılında önceki yıllara oranla kat kat artmıştır. Kadınlar evde, sokakta, işyerlerinde, çoğunlukla tanıdıkları erkeklerin tacizine, tecavüzüne, yaralayıcı ve öldürücü saldırılarına maruz kaldılar. Siirt’te olduğu gibi devletin koruması altındaki kurumlarda, okullarda yaşanan taciz ve tecavüz vakaları, kadına yönelik şiddetin sadece aile üyeleriyle sınırlı kalmadığını, çok daha geniş ve sistematik bir hal aldığını gösterdi. Yasalarda kimi düzeltmeler olsa bile genel olarak zihniyet ve uygulama halen kadını erkeğe tabi görmekte ve aile içi şiddeti meşrulaştırmaktadır. Uygulama ile düzenlemeler arasında çelişkiler devam etmektedir.

Yoksulluk da bir tür şiddet.  Milyonlarca kadının hiçbir geliri ve hiçbir güvencesi yok. Kadınların emeği kamusal alanda ve ev içerisinde sömürülüyor. Erkeklerin yapmayı tercih etmedikleri güvencesiz işlerde kadınlar çalışıyor. Kadınların işgücüne katılım oranı kriz bahanesiyle son yılların en düşük seviyesine geriledi. Bu nedenle kadınların işe alınmasında cins ayrımcı uygulamalar yasaklanmalıdır.

Öte yandan çalışan kadınlar bu yıl da işyerinde cinsel taciz ve mobbing uygulamalarına maruz kalmaya devam ettiler. KESK-AR’ın kadına yönelik şiddet araştırması şiddetin boyutlarını çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Araştırmaya göre; çalışan kadınların %5,6’sı işyerlerinde, %11,3’ü sokakta şiddete maruz kalıyor.  % 11,5’i eşlerinden şiddet gördüğünü ifade ediyor. Eş şiddeti bununla da kalmıyor,  %23’ü maaşlarını eşlerine veriyor. Kadınların %24’ü amirlerinin kendilerine bağırıp azarladığını ifade ediyor. İşyerinde şiddete maruz kalan kadınların çoğunluğunu ise yaygın kanının aksine yüksek eğitimli kadınlar oluşturuyor.  Araştırmanın bir sonucu da her beş kadından birinin etnik, dinsel ya da politik kimliği nedeniyle hakarete uğraması.

Bu nedenlerle, kadına yönelik şiddete karşı mücadelenin bu günde vurgulanması da çok anlamlıdır. Kadına yönelik şiddet devam ettikçe kadınların şiddetsiz bir dünya mücadelesi de devam edecektir. Kadına yönelik şiddet, sadece kadınlara zarar vermekle kalmamakta, bütün şiddet biçimlerini de besleyerek güçlendirmektedir. Bu nedenle kadınların şiddete karşı mücadelesi aynı zamanda diğer bütün şiddet biçimlerine karşı mücadeleyi de içermektedir.

25 Kasım'da bir kez daha bizlere uygulanan her türlü şiddeti kınıyoruz! Ve geleceğin ellerimizde olduğu inancıyla, mücadelemizi bütün eşitsizlikler yok oluncaya dek sürdüreceğimizi bildiriyoruz.

Ülkemizde toplumun şiddetten arındırılması, toplumsal barışın sağlanması için her tür ayrımcılık önlenmeli ve toplumsal sorunlara yönelik demokratik çözümü esas alan politikalar geliştirilmelidir.

Başta eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere kamusal hizmetlere, kültürel ve çevresel kaynaklara bütçeden daha fazla pay ayrılmalıdır. İş Kanunundaki işyerinde cinsel taciz bölümü tanımı da eklenerek etkin bir şekilde uygulanmalıdır. Ayrımcılık da bir şiddettir ve kadınların işe giriş ile işyerinde karşılaştıkları her türlü ayrımcı uygulamaya son verilmelidir. ,

 

Bedenime Kimliğime Emeğime Dokunma!

KESK emekçileri kadına yönelik şiddette karşı çıkıyor! 

KESK ADANA ŞUBELER PLATFORMU

KADIN KOMİSYONU ADINA

Halide İnci

EMPERYALİST GÜÇLERİN KALKANI OLMAYACAĞIZ

TÜRKİYE, NATO VE ABD ÇIKARLARINA KALKAN YAPILIYOR. 

            ABD’nin emrindeki NATO'nun yeni stratejik konsepti ile Türkiye'nin komşularıyla dostluk ilişkisi, Füze kalkanı projesine kurban edildi. Komşularıyla dostluk sloganıyla yola çıkan AKP hükümetinin bu dış politikası çökmüştür, komşularıyla “sıfır dostluk “ politikasına gelmiştir. 

 

1949'da ABD’nin sosyalizmin dünya üzerinde yayılmasını engellemek için kurduğu NATO, girdiği her ülke ve bölgenin insanlarına kan ve gözyaşı yaşatmıştır. ABD ve Avrupalı emperyalistler, enerji ve hammadde kaynaklarının kontrolü için Irak, Afganistan ve İran’a diz çöktürmek istiyorlar. Füze Kalkanı da bu planın bir parçasıdır. Füze kalkanı projesinin gerçek amacı, Ortadoğu’dan ABD’ye, İngiltere'ye, İsrail'e yönelik füze saldırılarının hedefine ulaşmadan havada imha edilmesidir.

 

İki yıl önce Füze izleme Sistemi'nin Çekoslovakya'da, Füze Kalkanı'nın Polonya'da kurulması gündeme gelmiş, iki ülkenin gençleri ve halkı sokaklara dökülmüş, Rusya'nın da Füze Kalkanı ile Radar üstlerinin bu ülkelere yerleştirilmesine karşı çıkması üzerine ABD geri adım atmıştı. Türkiye, Çekoslovakya ve Polonya'nın kabul etmediği Füze Kalkanı'nın topraklarına kurulmasını kabul ederek batı emperyalizminin ve NATO’nun bekçiliğine soyunmuştur.

 

NATO zirvesi sonrası Cumhurbaşkanlığınca "saygınlığımızı koruduk", Dışişleri Bakanlığı tarafından, "Türkiye istediği her şeyi aldı" dendi. Oysa yeni strateji belgesinde, Başbakanın dilinden düşürmediği "düğmeye biz basarız" açıklamasına belgede yer verilmezken, sistemin kontrolünün Türkiye'ye verilmesinin mümkün olmadığının altı çiziliyor. Amerikancı ve AKP'ye yakın gazeteler NATO zirvesini Türkiye için zafer şeklinde yorumlayıp, "Türkiye'nin dediği oldu", "Füze Kalkanı Tamam Türkiye istediğini Aldı" manşetleri ile haber yaptı. Dünya basını ise: "Ankara bağlılığını kanıtladı", "Türkiye Taleplerinde ısrarcı olmadı" diyerek Türkiye'nin NATO ve ABD'ye bağlılığını yazdı.

 

Füze Kalkanı projesi, ‘Amerika’ya da posta koyarım İsrail’e de’ deyip hava basan R. Tayyip Erdoğan’a imzalatılarak bir miktar havası alındı. Başbakan Erdoğan İsrail başbakanına ‘van minut’ derken Kasımpaşalıydı. Şimdi İsrail’i ve emperyalist ülkeleri korumak için düştüğü durum yüzünden herhangi bir yer ile ilişkilendirmeyi ise halkımıza bırakıyoruz.

 

Elbette Başbakan ve kabinesi servetlerini satıp Türkiye’ye kestikleri faturayı ödemeyecekler. İşçilerin ve emekçilerin sofrasından çalarak ödeyecekler. Halktan kestikleri vergileri arttırıp, temel tüketim mallarına zam yaparak ödetecekler.

 

Türkiye tarihi anti-emperyalist mücadele deneyimleriyle doludur. Ülkeyi yönetenler dün olduğu gibi bugün de emperyalist çıkarlara bağlanmış olabilir. Ülkenin gerçek sahibi işçi, emekçiler ve ezilen halklar olarak, ülkemizin bağımsızlığı için, topraklarımızın Amerikan ve savaş örgütü NATO'nun çıkarlarının kalkan üssü haline getirilmesine izin vermemeliyiz. Türkiye, NATO’dan derhal çıkmalı, komşuları ile barış ve dostluk politikalarına yönelmelidir.

 

Emperyalist Güçlere Kalkan Olmayacağız.

Savaşa Değil Eğitime, Sağlığa Bütçe.

Katil ABD, İşbirlikçi AKP. 

DİSK BÖLGE, TMMOB ADANA İKK, ADANA TABİP ODASI, KESK 

 EĞİTİM SEN, SES, K.SANAT SEN, BES, BTS, YAPI YOL SEN, HABER SEN, T.BEL SEN,

TARIM ORKAM SEN, TÜMTİS, TEZ KOOP İŞ, İHD, EÖC, CEPHE HAREKETİ, HALKEVLERİ, BDP, EMEP, ÖDP, TÖP, TKP, ESP, DİP, BDSP, DEVRİMCİ PROLETERYA, ALEVİ KÜLTÜR DERNEKLERİ, TUNCELİLER DERNEĞİ, PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR DERNEĞİ, DHF 

Kurumlar Adına

Güven BOĞA

Eğitim Sen Adana Şube Başkanı

Yök İle Üniversitelerde Çürüme, Yolsuzluk, Adam Kayırmacılık, Keyfi Atamalar, Baskı Ve Soruşturmalar Tavan Yaptı.

Çukurova Üniversitesi İle İlgili Yolsuzluk İddiaları İse Hala Yanıtsız Kalmış Durumda. İddialar Gerçek İse Rektör İstifa Etmelidir.

 

            Değerli basın,

Kamu yöneticileri, kanun tüzük ve yönetmeliklerde belirtilen esaslara uymak, görevlerini görevlerinin gerektirdiği sorumluluk içerisinde yerine getirmek zorundadır. Özellikle her alanda topluma öncü ve örnek olması gereken Yüksek Öğretim Kurumlarında başta Rektör olmak üzere tüm yöneticilerin buna özel önem vermesi gerekir.

 

 

Günlerdir basında Rektör Prof. Dr. Alper AKINOĞLU ile ilgili somut delillere dayandığı belirtilen “İhaleye Fesat Karıştırma, Edimin İfasına Fesat Karıştırma, İrtikap, Görevi Kötüye Kullanma, Resmi Belgede Sahtecilik” gibi suça konu eylemler sıralanmaktadır.

Sayın Rektör Prof. Dr. Alper AKINOĞLU, tarafına yöneltilen bütün bu iddia ve isnatları şahsını hedef alan iftira kampanyası olarak değerlendirmektedir. Diğer yandan bu iddiaları somut bilgi ve belgelerle çürütmeden sadece basını ve belirli çevreleri suçlamaktadır. Oysa kamuyu ilgilendiren konularda okuyucuyu objektif ve gerçekleri yansıtarak aydınlatma, yöneticileri eleştirme, uyarma ve kınama basının görevidir. Bunun için temel ölçüt kamu yararıdır.

 

Son günlerde yapılan yayınları bu ilkeler ışığında incelediğimiz zaman sayın Rektör’ün karanlıkta kalmış noktaları aydınlatmadan, olayları saptırmaya çalıştığını açık ve net bir biçimde görmekteyiz. Hukuka bağlı bir rektör yayın organlarını ve belirli çevreleri karalamadan önce basında yer alan konulara açıklık getirmelidir. Örneğin basında yer alan aşağıdaki bazı iddiaları somut belgeleriyle çürütmelidir.

 

1) Haberlerde yer alan müteahhit Cumali KURTAR’a yapmadığı işler için para ödediniz mi? Daha başka bir ifadeyle yapmış olduğu imalatının (işlerin) üzerinde para ödediniz mi? Anılan müteahhide imalatının 6-7 katı tutarında para ödediniz mi?

 

2) Yapı İşleri Şube Müdürünün görevlendirdiği mühendisler inşaatları yerinde tek tek inceleyerek kameralarla çekimler yapıp söz konusu müteahhide imalatının (işlerin) 6-7 katı üzerinde fazla para ödendiğini somut bilgi ve belgelerle tespit ettiler mi? Hazırlamış oldukları 137 sayfadan oluşan durum tespit raporlarını resmi yazı ile size sundular mı?

 

3) Sayın Rektör siz tarafınıza tevdi edilen bu raporlarla ilgili ne yaptınız? Sorumlular hakkında gerekli yasal işlemleri yaptınız mı? Kamu zararını giderdiniz mi?

 

4) Yapı İşleri Şube Müdürlüğü’nün görevlendirdiği elemanların hazırlamış oldukları durum tespit raporları doğru ve gerçek değilse bu raporları hazırlayanlar hakkında ne gibi bir işlem yaptınız? Bunlar hakkında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulundunuz mu?

 

5) Sayın Rektör müteahhit Cumali KURTAR’a İş Bankası Sarıçam Şubesinden kendi hesabınızdan yada farklı bir hesaptan 24.04.2007 tarih ve 025201/002024 sayılı 73.980.00 TL (Yetmişüç milyar dokuz yüz seksen TL) tutarında teminat mektubu verdiniz mi? Bu hangi ihale mevzuatına uygundur. Nerede görülmüştür ita amiri olan rektörün kendi yüklenicisine (müteahhidine) hesabından teminat mektubu verdiği. Bu nasıl bir ilişkidir, müteahhitle aranızdaki illiyet bağı nedir?

 

6) Rektör yardımcısı Prof. Dr. Süleyman GÜNGÖR ve İnsan Kaynakları Biriminin sorumlusu Emel SOYÇELİK’e denetim birimlerince (Sayıştay-Maliye) çıkartılan zimmet paralarını müteahhit Cumali KURTAR’a yatırttınız mı? Eğer yatırıldıysa söz konusu şahıslara çıkan zimmetle müteahhidin ne ilgisi alakası var?

 

7) Kongre Merkezi inşaatında da yükleniciye (müteahhide) imalatının üzerinde para ödendi mi? Cumhuriyet savcısı ve mali şube ekiplerince bu konuda işlem yapıldı mı? Cumhuriyet Savcısı bu konuda dosya hazırlayıp mevzuat gereği YÖK’e gönderdi mi? Bu doğru mu?

 

8) Personel Daire Başkanı Kurtuluş TURGUT’u hukuka aykırı yapılan bir takım işlere karşı çıktığı için mi kızağa alındı? Durum tespit raporlarını hazırlayan ve hazırlatan Mühendisleri Yapı İşleri Daire Başkanlığı bünyesinden alıp başka birimlere gönderdiniz mi? Ali SERİN’i ve Mustafa ÇETİN’i başka birimlere gönderdiniz mi? Mahkeme kararına rağmen Hastane Başmüdürü Ali ÖNAL’ı neden hala kızakta tutmaktasınız? Neden yetki ve görevlerini vermiyorsunuz?

 

9) Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı asıl işveren alt işveren ilişkisinde rektörlüğün muvazaalı işlem yaptığını tespit edip rektörlüğe idari para cezası kesti mi? Bakanlık kararına rağmen alt işverende çalışan 1200 işçiyi asıl işveren olarak neden bünyenize geçirmediniz bunların haklarını gasp ettiniz, neden hukuka uymadınız?

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Evet, Sayın Rektör hukuka bağlı bir yöneticinin yapması gereken karanlıkta kalmış bu noktaları somut bilgi ve belgelerle aydınlığa kavuşturmaktır. Yoksa suçluluk telaşı içerisinde öfke kusarak basını ve bir takım çevreleri karalamak, birilerini hedef göstermek, kelle avcılığına çıkmak değildir.

 

Eğitim-Bir-Sen’in Sendikacılık (Yardakçılık) Pozisyonu

 

Sabah Güney Ekinde geçtiğimiz günlerde Çukurova Üniversitesi Rektörlüğü hakkında bazı usulsüzlük, yolsuzluk ve rüşvet türü iddiaları dillendiren yazı dizisi yayımlanmıştır.

 

1) Yazıda geçen rüşvetten ihale yolsuzluklarına kadar iddialar çok ağır olup, en küçük demokratik sendika ve öğrenci etkinliklerini bile sürekli takip ederken, basit bir pankart bile açıldığında kovuşturma ve davalar açılırken bu iddialar hakkında şimdiye kadar gerekli işlemlerin yapılmamış olması çok vahimdir. Eğer bunlar gerçekdışı ise itham edilenleri güç durumda bırakmaktadır. Eğer gerçekten bu yolsuzluklar yapılmışsa da YÖK, üniversitelerimiz ve hukuk sistemimiz açısından çok daha ağır bir durum oluşturmaktadır.

 

2) İkinci vahim nokta, 02.12.2010 tarihinde Rektörlük Basın Açıklamasının yapıldığı saatleri takiben (saat 15.00 civarında) “MEHMET BENLİ Eğitim-Bir-Sen Üniv. Temsilcisi” adına rektörlüğün basın açıklaması ile örtüşen ibarelerle, hem de bizzat üniversitenin resmi duyuru merkezinden ( This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir adresinden) bir basın bülteni daha gönderilmiştir. Bu açıklamayla henüz yetkili merci ve mahkemelerce soruşturulması yapılmamış bir konuda Eğitim-Bir-Sen olayın tarafı haline getirilmiş ve daha kötüsü henüz bilmediği vahim iddiaları aklayıcı bir role soyunmuştur. Eğitim-Bir-Sen veya üyelerinin bu konu ve iddialarla ne tür bir bağı olduğu sorusu sorulmalıdır. Eğer bir bağ ve ilişkisi yoksa sendikacılık anlayışları sorgulanmalıdır. İşçi emekçi memur ve öğrencileri savunma yerine kimlerle dirsek temasında girdikleri çok açıktır.

 

3) Olaylar bu basın Bülteni ile de sınırlı kalmamıştır. Üniversitenin (dolayısıyla rektörün) öğrencisi olan Çukurova Üniversitesi Öğrenci Konseyi Başkanı Ahmet Biset YALÇIN’a da 03.12.2010 tarihinde benzer bir açıklama yaptırılmıştır. “Basın Bülteni” adı altında E-Posta, sendikanınkinde olduğu gibi yine bizzat üniversitenin resmi duyuru merkezinden ( This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir adresinden) gönderilmiştir. Öğrenci Konseyi başkanının disiplin veya denetleme gibi bir görevi bulunmamakta olup, böyle bir olaya taraf hale getirilmesi, hatta açıklanmanın “35.000 Öğrenciyi Temsilen Çukurova Üniversitesi Öğrenci Konseyi Başkanı” sıfatı ile yaptırılması çok düşündürücü ve etik olmayan başka bir durumu daha oluşturmaktadır. Bir rektörün ve üst yönetimin öğrencilerle bu tür ilişkilere girmesi kabul edilemez bir durumdur.

 

4) Söz konusu iddiaların doğruluk-yanlışlıkları bir yana (bunu ilgili merciler söyleyebilir) rektör ve rektörlüğün Eğitim-Bir-Sen ve Öğrenci Konseyi Başkanı ile bu tür ilişkilere girmesi bile yönetim zafiyetinin yanı sıra üniversitelerdeki bilim, demokrasi ve hukuka aykırı durumlara işaret etmektedir.

 

5) Rektörlüğün “Basın Bülteni”nde işyaptığı bazı kişilerle ilgili ileri sürdüğü üniversiteden ve kendilerinden haksız istemlerde bulunulduğuna dair iddialar da işdünyasındaki çürümeyi gösterdiği gibi tek başına bunlar bile hem disiplin suçu, hem de adli suç teşkil etmektedir. 09.12.2010

 

EĞİTİM SEN / SES / DEV SAĞLIK-İŞ adına

 

Güven BOĞA

 Eğitim Sen Adana Şube Başkanı

AKP iktidara geldiğinden bu yana neredeyse tüm yasa ve anayasa değişikliklerinde kurnazca bir yol izledi! Bazı olumlu değişiklikler ile tüm toplumu ilgilendiren ve geriye götüren, kazanılmış haklarımızı tırpanlayan ve kendi iktidar alanını genişleten yasa maddelerini iç içe koyarak Meclis’ten çıkarmayı adet haline getirdi. Böylece Meclis’te sağlıklı yasa yapmayı engellemekte ve kamuoyunu yanlış bilgilendirerek kendi lehine bir ortam yaratmak istemektedir. Bunun en somut örneği SSGSS yasasıdır. Mezarda emekliliği getiren, katkı payları ile sağlığı ulaşması zor bir alan haline getiren ve şirketlerin insafına terk eden uygulama aynı yöntemle hayata geçirildi. 

 

 

AKP için piyasa açılmayan ve kadrolaşmadığı her alan “fethedilmesi gereken kale”dir! Nitekim son yıllarda iyice daralan, büyük oranda özelleştirilen, bazı kurumlarında performans sisteminin hayata geçirildiği kamu alanına ve kamu emekçilerine “son darbe” indirilmek istemektedir.

 

Kamuoyunda torba yasa olarak yasa tasarısının önemli amaçlarından biri de kamu emekçilerinin iş güvencesini ellerinden almanın önünü açmak ve kamuda esnek çalışmayı yaygınlaştırmaktır. Hükümetin Haziran ayı içinde gündeme getirdiği 657 sayılı yasada değişiklik öngören düzenleme son anda torba yasaya aktarılarak ve hızla Meclis’ten geçirilerek emekçilerin tepkileri minimalize edilmek istenmektedir. 

 

Yapılmak istenen değişiklikleözel sektörden yöneticilerin, kamu kesiminde üst düzey bürokrat olarak atanabilmesinin önü açılmaktadır. Bu bürokratlar eliyle kamu alanı tamamen siyasallaşacak ve iktidar partisi anlayışında olmayanlar için görevde yükselme bir hayalden ibaret olacak. Tasarı, kamuda emeğiyle yıllarca katkı sağlamış, önemli işlevler görmüş, başarılar elde etmiş kamu görevlilerinin motivasyonu açısından da son derece sakıncalı bir adımdır.

 

Yasa tasarısı ile sicil sitemini ortadan kaldırılmaktadır.  Mevcut sicil sistemi de sorunlu olmakla birlikte bu düzenleme ile AKP memuru yaratılmak istenmektedir. Sicilin yerini neyin aldığı bile belli değildir. Belirsizlik disiplin hükümleri ve performans sistemiyle kapatılmak istenmektedir. Disiplin hükümleri ve performans sistemi ile de kamunun değil AKP’nin talimatlarını yerine getiren bir memurluk sistemi öngörülmektedir. Yine bu tasarı ile liyakat ve kariyere dayalı memurluk sistemi kökten değiştirilerek daha çok Amerika’da uygulanan ve piyasa odaklı uzmanlık sistemi getirilmek istenmektedir. Tasarı gerekçesinde yapılmak istenen değişikliklerin kamu hizmetlerinde “değişim” olarak sunulması aldatmacadan öte bir anlam taşımamaktadır. Getirilmek istenen kapıkulu ve biat kültürüdür.

 

Tasarı ile toplumsal cinsiyet eşitsizliğini derinleştiren, kadınları çalışma yaşamında öteleyen ısrar devam etmektedir. Doğum borçlanması uygulaması ve süt izinlerindeki düzenlemeye bakıldığında kadını evde oturmaya yönlendiren erkek ve piyasacı yaklaşım kendini hemen ele vermektedir.

 Bilindiği gibi şimdiye kadar özelleştirilen kamu idarelerinde çalışan kamu işçileri kazanılmış birçok haklarını kaybederek 4/C statüsünde çalışmak zorunda bırakıldılar. Yapılan düzenlemede tanımlanan “kadro kaldırma yetkisi” ile benzer bir durum yaratılmak istenmektedir. Çünkü kadro kaldırma yetkisi ile memurun istihdam edileceği kurum ve yerleşeceği görev iktidarın kararına bırakılmıştır. Özelleştirmelerde uygulanan yöntem genel bir kural haline getirilmektedir. Nitekim Hükümet nihai olarak tüm kamuda sözleşmeli çalışma sistemini hakim kılmak istemektedir. Tasarının yasallaşması durumunda çalışma süreleri keyfi olarak uzatılabilecek ve “görev yerlerine bağlı olmaksızın” çalıştırılabilecekler.  

Hükümet diğer yıkım yasalarında olduğu gibi bu düzenlemenin gerekçesini de reform olarak adlandırmaktadır! Oysa düzenlemede sendikal güvencelere ve örgütlenme özgürlüğüne dair en ufak bir gelişme olmadığı gibi uygulamalar hayata geçirildiğinde ciddi sınırlandırmalar olacaktır. Sendikal örgütlülüğün %5’lerde seyrettiği ülkemizde bugünleri bile aratacak bir ortam oluşacaktır. 

 

Zaten hükümetin derdi örgütlenme özgürlüğü yönünde düzenleme yapmak değil sermayenin hareket alanını ve özgürlüğünü genişletmektir. Nitekim tasarı ile işsizlik fonunun yıllık gelirinin yarısına Bakanlar Kurulu’nun el koyup işverenlere istihdam teşviki olarak vermesinin önü açılmıştır.  “Evde Çalışma”, “Çağrı Üzerine Çalışma”, “Uzaktan Çalışma” gibi esnek istihdamın tüm biçimleri her alana yerleştirilmek istenmektedir. Vergi ve prim afları da cabası… 

 

Tasarıda yer alan belediyelerde çalışan norm fazlası işçilerin başka kamu kurum ve kuruluşlarına devri de modern kölelik dayatmasından başka bir anlam ifade etmemektedir.

 

Yasa tasarısı ile özelleştirmeye tabi tutulmuş çeşitli kurum ve kuruluşlarla ilgili yargı sürecinde verilmiş yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarının uygulanmayacağına dair hüküm ise AKP’nin ekonomi politikasının ne olduğunu göstermektedir! 

 AKP sermayeye öncelik veren, yıkım politikalarını esas alan, barışı değil çatışma kültürünü derinleştiren yaklaşımda ısrar etmektedir.   

Değerli Basın Emekçileri,

 

İş güvencesine sahip çıkmak için, insanca yaşamak için, mevcut kazanımlarımızı kaybetmemek için bu yasaya karşı çıkmak her emekçinin, her vatandaşın hem görevi hem onuruna sahip çıkmanın gereğidir.

Hükümet yandaş konfederasyonlara bakarak meydanı boş bulduğunu sanıyorsa aldanıyor! Hükümet tepkiler üzerine ve seçim atmosferini düşünerek tasarı ile ilgili görüşmeleri şimdilik askıya alsa da niyetinin bozuk olduğundan kuşkumuz yok! Onların da bu tasarının yasalaşmaması için mücadeleyi yükselteceğimizden kuşkusu olmamalıdır! KESK, bu mücadelenin öncülüğünü ve yürütücülüğünü yapacaktır.

Yaşasın emek, barış ve demokrasi mücadelemiz! 13.12.2010

 KESK ADANA ŞUBELER PLATFORMU

TORBA YASA; SERMAYEYE VERGİ AFFI, EMEKÇİYE KÖLELİK DAYATIYOR

2002 yılından bu yana iktidarda olan AKP hükümeti sürdürdüğü neo liberal politikalar ile ülke tarihinde görülmemiş bir sermaye desteğini arkasına almıştır. Halka dayanmayan bir anlayışla hareket eden, varlığını sermayeye borçlu olan AKP bu süreç içinde hem ekonomik hem de sosyal alanda, başta emekçiler olmak üzere toplumun ezilen bütün kesimleri üzerinde baskıcı ve otoriter uygulamaları hayata geçirmiştir.

 

 

Kamuoyunda torba yasa olarak bilinen tasarı ile AKP hükümeti, emekçilere yönelik bir saldırı planı daha ortaya koymaktadır. Bu yasanın amacı, işverene her türlü kolaylığı sağlarken; emekçilerin ücretlerini düşürmek, engellilerin istihdamını azaltmak, çalışma saatlerini yükseltmek, kamu emekçilerinin sürgüne yollanmasının önünü açmak, belediyelerin taşeronlaşmasını hızlandırmak, alın terimizle biriktirdiğimiz işsizlik fonunu kalıcı olarak işverene açmak, esnek çalışmayla iş güvencesini kaldırmak, kamuda kadrolaşmayı ve biat kültürünü yaygınlaştıracak rekabetçi bir anlayışın hakim olduğu bir yapı inşa etmektir. AKP hükümeti böylece iş hayatından tutun da sosyal hayata kadar birçok alanda otoritenin-iktidarın mutlak üstünlüğünü sağlamaya çalışmaktadır.

AKP iktidarı açısından, seçim öncesi egemen sınıfın güvenini yeniden sağlamak, hala kendisinin tek alternatif olduğunu düşündürmek ve olası bir iktidarda kimlere hizmette kusur etmeyeceğini göstermesi bakımından bu yasa ayrı bir öneme sahiptir. Bu bağlamda Türkiye’de demokrasi krizdedir ve bu torba yasa tasarısı Abdülhamit uygulamalarına örnektir. Bu yasafaşizan zihniyetin, vahşi kapitalizmin ve neo liberal politikaların saldırısıdır!

Biz emekçiler iktidarların halkın, emekçilerin, yoksulun, gençliğin, ezilenlerin menfaatleri için çalışması gerektiğine inanıyoruz! Bütün bu nedenlerle bu torba yasayı engellemek için sesimizi yükseltiyoruz!

Ø  Esnek çalışma koşullarına

Ø  Güvencesizleştirilmeye  

Ø  Ekmeğimizin küçültülmesine

Ø  Çalışma saatlerinin uzatılmasına

Ø  Taşeronlaştırmaya 

Ø  Birikimlerimizin sermayeye sunulmasına

Ø  Asgari ücrete razı edilmeye

Ø  Sürgüne yollanmaya

Ø  Kötü çalışma koşullarına

Ø  Sömürüye, baskıya, şiddete karşı sesimizi yükseltiyoruz!

  Biz emekçiler, bu yıkıcı, yok edici anlayışa, bu görmezden gelme tavra karşı bu yasa üzerinde bir direniş hattı örgütlemek zorundayız. Bu bağlamda toplumun bütün kesimlerine, emek ve dayanışma örgütlerine, gençliğe, demokratik kitle örgütlerine; vahşi kapitalist saldırılara ve neo liberal politikalara karşı; emek, eşitlik, demokrasi ve özgürlük mücadelesi için ortaklaşa verdiğimiz mücadelede birlik olma çağrısını yineliyoruz!

Bütün bu nedenlerle KESK olarak AKP il binalarının önündeyiz! Mücadelemiz meydanlarda en geniş emek ve demokrasi güçlerinin ortak mücadelesi ile sonuna değin sürecektir! Bu süreçte biz emekçiler; emek ve demokrasi için, baskıcı uygulamalara, yıkıcı, yok edici, tavsiyeci anlayışa karşı durmak için meydanlarda olacağız!

Mevcut taleplerimiz görmezden gelinmeye devam ederse meşru eylemliklerimiz her geçen gün artarak, güçlenerek, çoğalarak emek ve demokrasi güçleriyle daha da yükselecektir!04.01.2011

KESK ADANA ŞUBELER PLATFORMU

EĞİTİMDE ESNEK İSTİHDAMIN VE MODERN SÜRGÜNÜN ADI “NORM KADRO YÖNETMELİĞİ”

ÖĞRETMENLERE ZORUNLU OLARAK DAYATILAN GÖREV YERİ DEĞİŞİKLİĞİNE HAYIR. 

Bir kamu hizmeti olan eğitim, okulların işletme, öğrenci ve velilerin müşteri, eğitimin de meta olduğu, bir ticaret alanı haline getirilmek istenmektedir. Kitleleri buna inandırmak içinde, kamu eğitim kurumlarının içinde bulunduğu demokratik içerikten yoksun, çağdışı, kalitesiz ve işlevsiz yapısı gerekçe olarak kullanılmaktadır. Mevcut tüm olumsuzluklar, bilinçli çökertme politikaları sonucudur. Özellikle kaynak sıkıntısı yalanları, alanımızdaki özelleştirmelerle ilgili adımlarında zemini olmuştur. Fakat biliyoruz ki, devlet okullarına kaynak aktarımı olabildiğince kısıtlanırken, özel ilköğretim ve üniversitelere doğrudan ve dolaylı kaynak aktarımı yoğunlaştırılmıştır.

 

Eğitiminin içinde bulunduğu çöküntüden kurtuluş için eğitim kurumlarını piyasa kurallarına göre çalışacak işletmeler haline getirilmek istenmekte,  ilk adım olarak eğitim kurumlarında, bir işletme yönetim modeli olan Toplam Kalite Yönetimi (TKY) / Norm Kadro Yönetmeliği uygulamaya sokulmaktadır. Eğitim bir hak olmaktan çıkarılıp, kar için üretilecek, satın alınacak bir hizmet haline getirilmektedir.

 

Bugün basın açıklamamızın da gerekçesini oluşturan ve yüzlerce öğretmeni mağdur eden 14-18 Şubat 2011 tarihleri arasında yer değiştirmeyi zorunlu hale getiren TKY’ye bağlı olarak “Norm Kadro Yönetmeliği” sözde şu gerekçeler ileri sürülerek oluşturuldu ve uygulanmaya başlandı.

 

"Öğretmen dağılımındaki dengesizliğin giderilmesi", "Öğretmensiz okulun kalmaması", "Personel ve kaynakların dengeli dağılımını sağlayarak eğitimde fırsat  eşitliğinin sağlanması", "Atamalarda torpilin ortadan kaldırılması"

 

Fakat iddia edilenin aksine altı yıldır uygulanan norm kadro uygulaması, esnek çalışma ve esnek istihdamın ön uygulaması olduğunu göstermektedir.

 

Bu amaçla okullarda görev yapan öğretmenlerimize norm kadro yönetmeliği ileri sürülerek yer değişikliğini dayatanlar iyi niyetli değillerdir.

 

Okullarda kendi kadrolarına alan açmak isteyenlerin, çalışmak istemediği öğretmeni bir punduna getirerek okuldan uzaklaştırmanın adı norm kadro olmuştur. Öğretmenleri okuldan okula koşturan, esnek çalışmayı meşrulaştıran, sürgünün bugünkü adıdır norm kadro.

 

Değerli basın;

 

TKY / Norm Kadro Yönetmeliği rekabet, verimlilik ve kar ölçütüne yönelik iş organizasyonu ile:

 

*Eğitim emekçileri için performansa endeksli ücret farklılıkları ve eşitsizlikler artacaktır.

 

*Düşük ücretlerle çalışma dayatması ve dolayısıyla yoksullaşma artacaktır.

 

* Sözleşmeli personel uygulaması, iş güvencesinin ortadan kalkması ve işsizlik artacaktır.

 

* Çalışma koşullarının ağırlaşması, sınırsız çalışma saatleri artacaktır.

 

*Ayrıca aynı ölçütlere göre yapılandırılacak eğitimin ticarileştirilmesi ile "paran kadar oku", paran kadar kalite sonucunu doğuracak, eğitimde fırsat eşitliği tamamen ortadan kalkacaktır. 

 

*Eğitim hizmeti açısından bölgeler arasında var olan eşitsizlikler daha da artacaktır. 

 

*Çalışanlar arasında rekabet, meslek ahlakının bozulmasını derinleştirecektir. Eğitim alanında her düzeyde rekabetle, insanlar arasında dayanışma ve toplumsallaşma yerini derin yabancılaşmaya bırakacaktır.

 

Eğitim Sen Olarak Norm Kadroya Düşen Öğretmen Arkadaşlara Çağrımızdır;

 

Norm kadroya düştüğü iddia edilen öğretmen arkadaşlar tayin için başvurmak zorunda değillerdir. Okul idareleri tarafından başvurma zorunluluğu varmış gibi tayin istemeye zorlanan öğretmenlerin istek dışında görev yerleri değiştirildiğinde hukuksal yol açıktır. Öğretmen arkadaşların bu sorunla karşılaşmaları durumunda Eğitim Sen’den hukuksal hizmet alabilirler. Saygılarımızla. 15.02.2011

 

Eğitim Sen Adana Şube Yönetim Kurulu adına

 

Güven BOĞA

 Şube Başkanı