İşe Giriş/Periyodik Muayene Formu

Milli Eğitim Bakanlığı Destek Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün "Çalışanların sağlık gözetimi" konulu 13.09.2017 gün ve 13743047 sayılı yazısında okul ve kurumlarda her çalışan için İşe Giriş/Periyodik Muayene Formu düzenlenmesi ve bu formların özlük dosyasında saklanması belirtilmektedir. Bu form uyarınca düzenlenecek sağlık raporlarının 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası uyarınca işyeri hekimince düzenlenmesi, 50 'den az çalışanı olan ve az tehlikeli işyerleri için ise aile hekimleri ve kamu hizmet sunucuları tarafından düzenlenmesi gerekmektedir.  Söz konusu formda yer alan bilgilerin gizli tutulacağı anılan yasanın 16/5 maddesinde yer almaktadır.   Anılan yasa hükmüne aykırı davranılması halinde 5237 sayılı ceza yasasının 134., 135., 136. ve 138.maddeleri uyarınca ilgililerin cezalandırılması ve bu suçların görev nedeniyle işlenmesi halinde de cezaların ağırlaştırılacağı kurala bağlanmıştır.

Bu bağlamda İşe Giriş/Periyodik Muayene Formu düzenlenmesinde çalışanların sağlık durumlarıyla ilgili bilgi vermesinde hukuken bir sakınca yoktur, 6331 sayılı yasanın bir gereğidir. Hukuksal güvencelere rağmen kişisel verilerin parçası olan sağlık verilerini hukuka aykırı olarak kullanan, ifşa eden ilgililer hakkında da yasal yollara başvuru hakkı vardır.

Gereğini bilgilerinize sunar, çalışmalarınızda başarılar dileriz.

Şube Yürütme Kurulu

İşe Giriş/Periyodik Muayene Formu ile ilgili görsel sonucu

Son Düzenlenme Salı, 03 Ekim 2017 13:41

10 Ekim anKARA #anma
10 Ekim Ankara katliamının 2.yılı nedeniyle yapılacak ziyaret ve etkinik programı aşağıda belirtilmiştir.
- 6 ve 7 ekim tarihlerinde Kozan, Urfa,Adıyaman,Malatya,Siirt,Batman illerindeki mezar ve aileler ziyaret edilecek(konaklama 6'sı akşam Siirt te yapılacaktır)
- 8 ekim tarihinde Ereğli ve Karaman da bulunan mezar ve aileler ziyaret edilecektir.
- 10 Ekim günü saat 10.00 da Adana Gar önünde basın açıklaması, aynı gün saat 18.00 de Seyhan Belediyesi Barış Anıtı önünde anma etkinliği yapılacaktır.
Not: Mezar ziyaretlerine katılmak isteyen arkadaşların en geç 4 ekim tarihine kadar isimlerini yazdırmaları rica olunur.

Otomatik alternatif metin yok.

Son Düzenlenme Cumartesi, 30 Eylül 2017 09:58

Eğitim Sen, ÇYDD VE CHP'nın ortak düzenlediği ''Laik Yaşam-Eğitim, Bilim ve Aydınlanma'' paneli; CHP PM Üyesi Gaye Usluer, Eğitim Sen Genel Bşk. Feray Aytekin Aydoğan, ÇYDD Genel Bşk.Yrd. Gülsün Kaya'nın konuşmacı olarak katıldığı panel Seyhan Belediyesi Yaşar Kemal Kültür merkezinde gerçekleştirildi.

ADANA – Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Adana İl Örgütü, Eğitim Sen Adana Şubesi ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Çukurova Şubesi tarafından düzenlenen Laik Yaşam-Eğitim, Bilim ve Aydınlanma Paneli’nde laiklik ilkesinin eğitim başta olmak üzere toplumsal yaşamdaki önemi masaya yatırıldı.

“LAİKLİĞİ HEDEF ALANLARIN HEDEFİ TOPLUMSAL BİRLİĞİ, BÜTÜNLÜĞÜ ORTADAN KALDIRMAK”

Seyhan Belediyesi Yaşar Kemal Kültür Merkezi’ndeki dün gerçekleştirilen panelin açış konuşmasını yapan CHP Adana İl Başkanı Ayhan Barut, laikliği hedef alan gerici zihniyetin hedefinin toplumsal birliği, bütünlüğü ortadan kaldırmak olduğunu belirtti. Barut, “Laiklik ilkesiyle devletin, din ve mezhep ayrımı gözetmemesi sağlandığı gibi, devlet kurumlarıyla din kurumları birbirinden ayrılmış ve devlet yönetiminin din kurallarına bağlı olmaması da sağlanmıştır” dedi.

“DEVLET POLİTİKALARI DİNSEL ÖĞELERDEN ARINDIRILMALI”

Laikliğin, herkes için din, mezhep, düşünce ve vicdan özgürlü, herkesin din ve inançlarında her türlü baskıdan uzak olarak yaşayabilmesinin yasal teminatı olduğunun altını çizen Barut, “Laiklik ilkesi, akılcı ve bilimsel yaklaşımın ayrılmaz bir parçasıdır. Laiklik olmadan akılcı yaklaşımdan söz etmek olanaklı olmadığı gibi, çağdaş bir uygarlık hedefine ulaşılması da mümkün değildir. Bugün de yapmamız gereken laiklik ilkesine sarılmak, toplumsal yaşamın her alanında laikliği egemen kılmak, tüm devlet politikalarını dinsel öğelerden arındırmaktır” diye konuştu.

GÜLMEN VE ÖZAKÇA’YA SELAM, SAYLAN’A ANMA

Panelin kolaylaştırıcısı Eğitim Sen Adana Şube Başkanı Seçil Sönmez, KHK ile ihraç edilen ve işlerine geri dönmek için açlık grevinde olan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın mücadelesini selamlayıp, laik değerlere sahip çıkıp, çağdaş bir nesil oluşturulması için mücadele ederken gerici zihniyetlerin hedefi olan ÇYDD kurucu Genel Başkanı Türkan Saylan’ı da andı.

“LAİK EĞİTİM VE LAİK YAŞAM MÜCADELESİNDEN ASLA VAZGEÇMEYECEĞİZ”

Laik eğitim ve laik yaşam olmadığı sürece ülkelerin dinciliğe, din kalkanı arkasında bağnazlaşmaya devam edeceğini dile getiren Sönmez, “AKP hükümetinin de son 15 yılda yapmak istediği de tamamen budur. Eğitim Sen ve demokratik kitle örgütleri üzerine gelmesindeki ana neden de budur. Laik eğitim ve yaşam konusundaki mücadeleden asla vazgeçmeyeceğiz. Laik, bilimsel, demokratik eğitim haklarını insanların alana kadar mücadelemizi devam ettireceğiz” şeklinde konuştu.

“15 YILDA EĞİTİMİ YERLE BİR ETTİLER”

Laikliğin aydınlanmanın temel koşulu olduğunu dile getiren CHP PM Üyesi Prof. Dr. Gaye Usluer, “Laiklik olmadan ne adaletten, he hukukun üstünlüğünden, ne de bilimsellikten bahsedebiliriz” dedi. Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın “Eğitimde çağ atladık” sözlerini anımsatan Prof. Dr. Usluer, “Geriye doğru atlanan bir çağ, geriye doğru götürülmek istenen bir eğitim sistemi var ve veliler, öğrenciler, öğretmenler yani herkes kaygılı. 15 yılda eğitimi yerle bir ettiler” diye konuştu.

“ÖĞRENCİLER TEOG YÜZÜNDEN İNTİHAR EDERKEN NEREDEYDİNİZ?”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bu TEOG ne yahu” şeklindeki sözlerini de değerlendiren Prof. Dr. Usluer, “SBS’nin yerine TEOG’u getiren sizdiniz. Peki, öğrenciler TEOG yüzünden intihar ederken neredeydiniz. Bütün başarıyı öğrencilerin okullara dağılımını TEOG’a indirgerken neredeydiniz?” şeklinde konuştu. AKP iktidarının eğitim sistemini “paran kadar eğitim” durumuna getirdiğini belirten Prof. Dr. Usluer, okulların sıradanlaştırıldığını, öğretmenlerin mutsuz hale getirildiğini, nitelikli okulların niteliksizleştirildiğini ve çoğunun da imam hatipleştirildiğini, eğitimde fırsat eşitliğinin ortadan kaldırıldığını kaydetti.  Alevi yurttaşların Muharrem ayında oruç tuttuğunu dile getiren Prof. Dr. Usluer, Alevilerin yaşanan kayıptan kazanmayı ve örgütlenmeyi muhabbet ettiklerini, yaşanan Kerbela’lardan ders çıkarmaya çalıştıklarını vurguladı. Prof.Dr. Usluer, “Bugün Kerbela okulda. Hep birlikte yeniden lâik, bilimsel ve demokratik eğitimi getirmek bizlerin borcu” dedi.

Görüntünün olası içeriği: 11 kişi, oturan insanlar, kalabalık ve iç mekan

“MİLLİ EĞİTİM TOPTAN VAKIFLARA DEVREDİLMEYE ÇALIŞILIYOR”

ÇYDD Genel Başkan Yardımcısı Gülsün Kaya ise, hiçbir şeyin rastlantı olmadığını söyledi. Her şeyin bir plan dahilinde adım adım yaşama geçirildiğini savlayan Kaya, Milli Eğitimin toptan vakıflara devredilmeye çalışıldığını ifade etti. Kaya, “Artık cami-okul ayırımı ortadan kaldırılıyor” ifadelerini kullandı. Laikliğin olabilmesi için bireyler din ve vicdan özgürlüğüne sahip olması gerektiğine işaret eden Kaya, laikliğin bugün olmadığının bu din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden belli olduğunu vurguladı. Kaya, “AİHM kararlarına rağmen bu ders okullarda okutulmaya devam ediyor. Ben bir süre sonra kalkacağını, kaldırılacağını düşünüyorum. O zaman da ‘Bütün dersler zaten din kültürü ve ahlak bilgisi dersi oldu. Açık olarak da AİHM kararlarına uyuyoruz, biz hukuktan yanayız. Kaldıralım bu din kültürü ve ahlak bilgisi dersini’ diyecekler. Onu fersah fersah aştı çünkü artık sosyal bilgiler ders kitabı” şeklinde konuştu.

“OKULLAR İMAM HATİPLEŞTİRİLDİ”

Eğitim Sen Genel Başkanı Feray Aytekin Aydoğan ise 2012 yılının Milli Eğitimde tarihi bir evre olduğunu dikkati çekti ve öğretmenler olarak son beş yılda yaşadıklarını anlattı. Bugün açılan imam hatip liseleri ve orta okullarının yanı sıra, diğer okulların bazılarında da imam hatip sınıflarının bulunduğunu belirten Aydoğan, “Okullar imam hatipleştirildi” diye konuştu. Mevcut müfredat 4+4+4 sisteminin müfredatı olduğunu ve bütün dersler değerler sistemi üzerine inşa edildiğini aktaran Aydoğan, “Değerler sistemine baktığımızda gördüklerimiz, dua, şükür, kanaat, ibadet vb. Cumhuriyetle yönetildiğimizi düşünüyoruz ama Cumhuriyet yok, laik bir ülke olduğumuz yasalarımızda var ama değerler içerisinde laiklik, demokrasi, barış, eşitlik, kadın hakları, insan hakları, çocuk hakları yok. Yani bizim memleketimize dair hiçbir değer,  evrensel hiçbir değer yok” ifadelerini kullandı.

 

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, kalabalık

5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü "Öğretmenlere değer ver, Haklarını geliştir!" konulu etkinlikte üyemiz Duygu ŞAHLAR'ın "Bi'şey Anlatıcam Eeee Kurtulduk mu?" konulu tiyatrosu ve kokteyl düzenlenecektir. Katılımınızı bekliyoruz.

Görüntünün olası içeriği: yazı

Adana Sağlık Emekçileri Sendikası, Adana Tabip odası ve halkın katılımıyla Adana Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesinin kapatılmaması için yapılan eyleme destek olduk.

Görüntünün olası içeriği: gökyüzü ve açık hava

 

HASTANE HALKINDIR KAPATILMAZ  HASTANEMİZİ GERİ İSTİYORUZ                               

Adana da 1550 yataklı Adana Şehir Hastanesi 18.09.2017 pazartesi günü hasta kabulüne başlayarak açıldı. Bu hastanenin açılması ile Adana Kamu Hastanelerine bağlı bazı hastaneler tamamen kapanırken, bazılarında yatak ve personel sayısı azaltıldı, zamanla onlar da kapanacak. Bugün bahçesinde bulunduğumuz hastane Adana’nın en eski hastanesidir, bir çok deprem geçirmesine rağmen zarar görmemiş ve halen sapasağlamdır. Deprem bahanesiyle boşaltılması ve kapatılması gerçeğe uygun bir iddia değildir.1972 yıllarında bir dönem kapatılmış, belli tadilatlardan geçtikten sonra 1978 yılında 150 yataklı Doğum ve Çocuk Hastanesi olarak hizmete yeniden açılmıştır. 2009 da ise, SSK ya ait 250 yataklı Marsa Doğum ve Çocuk hastanesi ile tek başhekimlik altında birleştirilerek iki hastane toplamda 400 yatakla düne kadar hizmet vermiştir. Hastane toplamda 90-100 uzman doktor, ebe, hemşire diğer sağlık personeli ve idari personel, yaklaşık 800 kişi ve de yüzlerce sözleşmeli taşeron güvencesiz işçi ile hizmet vermekteydi. Altı adet ameliyathane odası, on adet doğum odası, yirmi yoğun bakım ünitesi ile otuz dört adet USG, iki mamografi cihazı, elli adet bebek küvezi ile halka sağlık hizmeti sunmaya çalışmakta idi. Bugün bu yüzeli yataklı hastane tam manası ile kapatılıyor iki yüz elli yataklı Marsa Doğum Hastanesi Seyhan devlet hastanesine( Aşkın Tüfekçi hastanesine) bağlı olarak yüz elli yatakla devam edeceği söylense de inandırıcı gelmiyor, zaman içinde o da kapanacak.                                 

Sağlıkta önemli olan, sağlığın ücretsiz, eşit, kaliteli, nitelikli  ulaşılabilir olmasıdır. Bundan sonra hizmeti on km mesafede Adana Şehir Hastanesinden alacağız. Bu bölgenin insanları dar gelirli ve ciddi geçim sıkıntısı içinde olan yurttaşlardır, ulaşım giderini nasıl karşılayacak, hastalarını nasıl hastaneye yetiştirecek, yatan hastalarının ziyaretine nasıl gidecek ??? soruları kamuyu ve idareyi ilgilendiren, yanıt ve çözüm bulunması gereken sorulardır.                                  

Mevcut durumda bu bölgenin insanı, en yakın özel sağlık kurumuna giderek katkı-katılım payı ödeyecek, sağlığı özel merkezin vicdanına kalacak, yada parası olmayan tedavi edilemeyecektir. Çocuk hastanesinin arazisi şirkete verilecek buraya AVM ler yapılacaktır.                                                                                                             

Bu hastane yalnız hastalara hizmet vermekle kalmayıp, içinde ve dışında birçok insanın ekmek kazandığı yerdi. Küçük medikal şirketler, işçi çalıştıran yüklenici firmalar, kantinciler bunların hepsinin işi elinden alınmış oldu. Ayrıca hastane etrafında lokantası, bakkalı, eczanesi, dolmuşçuları vs esnafı hastane yakınında ev tutan hastane çalışanlarının çekilmesi ile kirada evi olanlar kısacası hepimiz kaybediyoruz en önemlisi sağlığımızı kaybediyoruz.                                         

Ülkemiz kaybediyor…Erzurum da 1300 yataklı tam donanımlı hastaneyi devlet klasik ihale ile 193.5 milyon tl ye yaptırdı bu gün bizim 1550 yataklı Adana şehir hastanesi kamu özel ortaklığı ile Rönasans şirketi ile ortaklık kurarak yaptırıldı yıllık kirası, yıllık döviz ve enflasyona göre güncelleştirmek şartıyla devlet ortağı şirkete 28 yıl kira ödeyecek. Bu yıl yıllık ödenecek kira 202 milyon tl 28 yıl sonra toplam 5.5 milyar tl olacağı söyleniyor. Bunun dışında laboratuvar, görüntüleme,  kantin, temizlik, yemek, otopark, bilgi işlem, oteller, eczaneler avm ler 20 civarın da işin işletilmesi şirketin. yapılan  tüm işlemlerin  hasta yataklarının %70 i garanti binanın arazisi devletten bedava kapanacak hastanelerin arazisi bedava şirketin olacak  ADANA şehir hastanesi ile Erzurum devlet hastanesi arasın da ki farkı siz düşünün. Sonuçta devletin girdiği bu masraflar sağlığımızı ipotek altına almıştır. Bunun masrafını halkımız  ödeyecek her yurttaş borçlanmıştır. Yurttaşlar hiç Şehir Hastanelerine gitmese de vergilere sağlık

primlerine sağlıktaki katkı ve katılım paylarına yapılacak zamlarla ödeyecek sağlık paralı hale geldi özeleşiyor piyasaya açılıyor tekelleşiyor paran kadar sağlık olacak insanlar hastalansın ki hastaneler kazansın                                                                                   

Biz diyoruz ki sağlık ücretsiz eşit ulaşılabilir kaliteli nitelikli kamusal olsun. Katkı katılım payı sağlık primi olmasın ödediğimiz vergiler yeter. Önemli olan insanları hastalandırmamak onun için de devlet koruyucu hekimliğine önem vermelidir. Şehir hastaneleri sağlık bakanlığının olsun kaçılınılmaz olan hastalıklarımızın tedavi için de tek devasa 1500 yataklı şehir hastaneleri yerine kenttin belli yerlerine dünya araştırmalarının da önerdiği gibi 200- 600 yataklı hastaneler yapılmalı sağlık ocağı sevk sistemi çalıştırılmalıdır ( isterlerse olur inandırıcı olmasa da Çukurova devlet hastanesi Çukurova da Demirel bulvarın da 250 yataklı Seyhan devlet hastanesi hastaneler kavşağın da 250 yataklı marsa hastanesi 150 yataklı yeni valilik yanı butik hastane olarak hizmet verecek deniyor) dilerim Adana nın güneyine de belli yerlere yaptırılır valimizin sözü olan Adana devlet hastanesi nin yerine 100 yataklı hastane yeşil obaya 100 yataklı hastane yaptırılacağı dilerim kısa zaman da yapılır bu kapatılan çocuk hastanesi yerine de 200-400 yataklı kadın doğum ve çocuk hastanesi yaptırılmalıdır.                                                                                                                                                   

Hizmet sunan sağlık ve sosyal hizmet emekçileri de halkımız dan  farklı değildir  insanca yaşayacak ücret  alamamakta ücretleri belirsizdir çalışma koşulları belirsizdir iş güvencesi olacak mı ? güvencesiz sözleşmeli taşeron çalışacaklar çalışacakları yer belirsizdir il içinde kalacak mı? Onlar da iş güvencesi ücret güvencesi mekan güvencesi can güvencesi  ulaşım kreş istiyor

Hizmet alan halkımız ve hizmet sunanlar beraberce mücadele ederek kazanacaktır                                                                                                                                                   

MUZZAFFER YÜKSEL                                                                                                                                                                                 

Sağlık ve sosyal hizmet emekçileri sendikası                                                                                  

Adana şube başkanı

Görüntünün olası içeriği: 20 kişi, gülümseyen insanlar, ayakta duran insanlar, kalabalık ve açık hava

Görüntünün olası içeriği: 16 kişi, gülümseyen insanlar, ayakta duran insanlar ve açık hava

Son Düzenlenme Salı, 26 Eylül 2017 13:03

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), bugüne kadar eğitim alanına yönelik yaptığı yasal değişiklikler ve pratik uygulamalar ile eğitim sisteminde içinden çıkılmaz sorunlar yaratmıştır. MEB’in bu konudaki son adımı, Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri Yönetmeliğini değiştirerek, içerik bakımından skandal sayılabilecek bir hale getirmiştir.

Yeni PDR Yönetmeliği Yeni Mağduriyetler Yaratmamalıdır!

MEB Müsteşarı Yusuf Tekin’in yönetmelik değişikliği ile ilgili yapmış olduğu talihsiz açıklamalar, okul iklimine yabancı bakanlık bürokratlarının alana ne kadar uzak olduklarını bir kez daha göstermiştir. PDR yönetmeliğinde yapılmak istendiği gibi, masa başında alanın uzmanları ve uygulayıcılar yerine bürokratlarca yapılan planlama ve hesaplamaların gerçek yaşamda hiçbir karşılığı bulunmamaktadır.

Eğitimin niteliğini doğrudan etkileyecek olan böylesine önemli bir konuda alanında uzman bilim insanlarından, sorunun muhatabı olan rehber öğretmenlerden, eğitim sendikalarından hiçbir görüş ve öneri alınmadan yapılan değişikliklerle, rehber öğretmenlere yönelik nöbet, sınav gözetmenliği, ders/etüt görevleri, haftada 40 saat çalışma zorunluluğu vb gibi eğitimde rehberlik ilkelerine temelden çelişen adımlar atılmak istenmektedir.

MEB’in benzer pek çok konuda olduğu gibi, Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri Yönetmeliğinde, böylesine önemli bir alanın en temel özelliklerini göz ardı ederek yapmaya çalıştığı değişiklikler, giderek bozulan okul iklimini olumsuz etkileyecek, eğitim sisteminde ileriye değil, geriye doğru gidişi kaçınılmaz olarak hızlandıracaktır.

MEB tarafından adeta bir oldubittiye getirilerek yayınlanmak istenen yönetmenliğin adı değiştirilerek sadece “Rehberlik Yönetmeliği” yapılmış, “Psikolojik Danışma” ibaresi kaldırılmıştır. Bu durumun MEB tarafından alan dışı öğretmen atamalarının önünü açmak amacıyla yapıldığı açıktır. Rehber Öğretmenin en önemli özelliği psikolojik danışma yapabilecek nitelik ve yeterliliğe sahip olmalarıdır. Alan dışı atamalarda en çok karşı çıkılan nokta, alan dışı atamalar nedeniyle zaten sorunlu hale gelen rehberlik hizmetlerinin niteliği daha da düşecek olmasıdır.

Son yıllarda artış gösteren öğrencilere yönelik istismar ve ihmallerin ortaya çıkarılmasında rehber öğretmenlerin önemli bir rolünün olduğu açıktır. Bunun temel nedeni, rehber öğretmenlerin öğrencilerle kurdukları iletişim becerileri, karşılıklı anlayış, rehber öğretmen ile öğrencinin koşulsuz kabul, empati, güven ve saygı çerçevesinde ilişki kurabilmesidir. Böylesine önemli ve hassas bir görevi yerine getiren rehber öğretmenlerin 08.00-17.00 mesaiye zorlanması, boş derse girmesi, nöbet, etüt gibi yaptıkları iş ile çelişen görevler verilmesi, rehber öğretmenlerle öğrencileri arasındaki ilişkiyi, dolayısıyla rehberlik hizmetlerinin temel işlevini olumsuz yönde değiştirecek özellikle göstermektedir.

MEB bünyesindeki öğretmenlerin haftalık mesaisi 30 saat iken, rehber öğretmenlere angarya görevler yüklenerek çalışma saatleri 40 saat yapılmak istenmektedir. Bu durumda fazladan eklenen 10 saatin karşılığı olan ücret ve diğer hakların nasıl karşılanacağı belli olmadığı gibi, söz konusu düzenlemenin başta anayasa olmak üzere, ilgili yasaların eşitlik ilkelerine aykırı olduğu açıktır. Rehber Öğretmen öğrenciler okuldan ayrıldıktan sonra da okulda tutulmak istenmektedir. Bu durum eğitimde giderek yaygınlaşan angarya çalışma uygulamalarının daha da artmasına neden olacaktır.

Rehber öğretmenlerin diğer öğretmenlerden farklı olarak haftada 40 saat çalışmaya zorlanması, pek çok yönden zor ve ağır bir görevi yerine getirmeye çalışan rehber öğretmenlerin görevlerini sağlıklı bir şekilde yapmalarını imkansız hale getirecektir.

MEB’in yönetmelik değişikliğinin bu haliyle hayata geçmesi halinde, eğitim sisteminde özel bir yeri olan rehberlik ve psikolojik danışmanlık alanının bugüne kadar oluşan tüm kazanımların ortadan kalkması kaçınılmazdır.

MEB’e çağrımız, eğitim sistemi içinde büyük fedakarlıklarla görevlerini yerine getirmeye çalışan rehber öğretmenlere kulak vermesi, yönetmelik değişikliğinin eğitime ve eğitimin sorunlarına uzak bürokratların değil, doğrudan alanda görev yapan rehber öğretmenlerin ve sendikaların eleştiri ve önerileri doğrultusunda yapılmasıdır.

Eğitim Sen olarak başta rehber öğretmenlerimiz olmak üzere, MEB’in dayatmacı uygulamaları ile karşı karşıya olan rehber öğretmenlerimizin her zaman yanında olduğumuzu belirtiyor, yönetmelik değişikliği ile ilgili sürecin takipçisi olacağımızın bilinmesini istiyoruz.

Sınavın Adını Değiştirmek Yerine, Sınav Merkezli Eğitime Son Verilmelidir!

Türkiye’de eğitim sistemi, ilkokuldan başlayarak üniversite sonrasına kadar, kelimenin tam anlamıyla sınav merkezlidir. Eğitim sistemimiz, öğrencileri eğitmek, onların çok yönlü olarak gelişmelerini sağlamak yerine her yıl milyonlarca öğrencinin girdiği merkezi sınavlara hazırlayan bir yapıya bürünmüştür.

Her yönüyle sınavlara endekslenen eğitim sistemi kamu eğitimini işlevsiz bırakarak, eğitimi özel kurslar, özel ders ve özel okul alanına kaydırmıştır. Okulların yapması gereken eğitimi özel kurslar yapmakta, bu nedenle her yıl sınav zamanlarında sınıflar boşalmaktadır. Eğitimin niteliğini olumsuz etkileyen bu durumun öncelikle sorgulanması gerekir.

Siyasi iktidar eğitimin bütün kademelerinde benimsemiş olduğu dayatmacı tutum ile eğitimde yaşanan sorunları daha da derinleştirmekte, velilerin ve öğrencilerin tercihlerine, öğrencilerin ilgi ve yetenekleri doğrultusunda istedikleri okulda okuma koşullarını sağlamak yerine, sürekli sınav sistemini değiştirerek, attığı her adımda öğrenci ve velileri mağdur etmektedir. Bu durumun son örneği 2017/2018 eğitim öğretim yılında TEOG sınavının kaldırılacağının açıklanması ile görülmüştür.

Başta PISA sonuçları olmak üzere, uluslararası alanda öğrenci başarısında yaşanan gerilemeyi TEOG sınavını kaldırmakla çözeceğini sananlar, TEOG yerine başka bir sınav getirerek sorunu çözmekten çok, eğitimde yaşanan başarısızlıklardaki paylarını gizlemeye çalışmaktadırlar.

Bugüne kadar çocuklarımızı/öğrencilerimizi sınav odaklı eğitim sisteminden kurtarmak yerine, sadece sınavların adını değiştirerek sonuç almaya çalışan siyasi iktidar, Albert Einstein’ın ünlü “Aynı yöntemleri kullanarak farklı sonuçlara ulaşmaya çalışmak aptallıktır!” sözünün hakkını verircesine hareket etmektedir.

İktidarın Ne Yapmaya Çalıştığının Farkındayız

Milli Eğitim Bakanlığı, peş peşe yaptığı yönetmelik değişiklikleri ile bütün okulları imam hatipleştirmek yönünde adımlar atmaktadır. Son olarak geçtiğimiz hafta içinde yapılan yönetmelik değişiklikleri ile imam hatipler dışındaki ortaöğretim kurumlarına açılacak şube sınırı getirilirken, imam hatiplere herhangi bir sınır getirilmemesi dikkat çekicidir.

Ortaöğretim kurumları (liseler), tıpkı ilkokul ve ortaokullar gibi mevcut sistemin ekonomik ve siyasal ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılırken, sorunu TEOG sınavının kaldırılması ile sınırlandırmak mümkün değildir. TEOG’un kaldırılması ile birlikte ortaöğretimde ‘adrese dayalı kayıt’ sistemine geçileceğinin açıklanması, öğrencilerin önemli bir bölümünün imam hatiplere mecbur bırakmasına neden olacaktır. İl ve ilçelerde hangi okulların açılacağının ‘ihtiyaca binaen’ valilik teklifine bırakılması, normal Anadolu liselerine şube açma sınırı getirilirken, Anadolu imam hatiplere yönelik herhangi bir sınırlandırma yapılmamasının ne tür sonuçlar ortaya çıkaracağını tahmin etmek zor değildir. Anadolu liselerinde kontenjanların dolması halinde öğrencilerin zorunlu olarak imam hatiplere ve özel liselere yönlendirilmesi kaçınılmaz olacaktır.  Dolayısıyla sorun sadece TEOG sınavının kaldırılması değil, öğrencilerin zorunlu olarak imam hatiplere, imam hatiplere gitmek istemeyenlerin ise özel liselere yönlendirilmesidir.

Milli Eğitim Bakanlığı bugüne kadar benimsediği eğitim politikaları ile öğrenci ve velilerin kafasını karıştırmak, eğitim sistemini kendi ihtiyaçları doğrultusunda yap-boz tahtasına çevirmek dışında eğitimde somut ve çözüme dayalı politikalar geliştirmemiştir. Her yıl TEOG sonrası yerleştirmelerde yaşanan sorunlar, bakanlığın asıl amacının sağlıklı, herkesin memnun olacağı bir ortaöğretim sisteminin oluşturulması olmadığını göstermektedir.

Öğrencilerimiz Sınav Cenderesinden Kurtarılmalıdır

Bugüne kadar, çeşitli adlar altında yapılan sınavlarda ortaya çıkan sonuçlar, çocuklarımızın matematik bilmeyen, soyut düşünemeyen, doğadaki olayları algılamakta ve yorumlamakta bilimsel anlamda yetersiz kaldıklarını göstermiştir.

Sınavlar yoluyla yapılan eleme ve yönlendirmeler, zaten eşit olmayan bir eğitim sistemi içinde yeni eşitsizlikler ve adaletsizlikler yaratmaktadır. Sınavda yüksek puan almayı başarı gibi sunan ve eğitim hizmetinin niteliği ile farklılaşan değerlendirme ölçütleri, özellikle gelir ve eğitim düzeyi düşük ailelerin çocukları, kız çocukları, anadili Türkçe olmayan çocuklar, bedensel ve zihinsel engelliler, kırsal kesimde eğitim görenler ve diğer dezavantajlı kesimler açısından ciddi olumsuzluklar içermektedir.

Kültürel ve çevresel uygunluk açısından eğitim sisteminin beklentilerine karşılık vermekte başarısız olabilecek farklı özellikteki çocukların standart sınav uygulamaları üzerinden yarıştırılmasının hiçbir sağlıklı yanı yoktur. Siyasi iktidar, sorunun tek başına TEOG’u kaldırmak olmadığını, asıl sorunun sınav merkezli eğitim sistemi olduğunu anlamamakta ısrar etmektedir.

Eğitimin uzun zamana yayılan beklentileri ile sınavların ortaya çıkardığı pratik sonuçların giderek daha fazla ayrışmaya başlaması, sınavların sistem tarafından kendisinden beklenen işlevini bile yeterince yerine getiremediğinin kanıtıdır. Hangi biçim altında olursa olsun, sınavların içeriğinden biçimine, süresinden amacına kadar hemen hiçbir özelliğinin gerçek anlamda aday başarısını ölçmede yeterli olmadığı yaşanan örneklerden yola çıkılarak görmek mümkündür.

Türkiye’de eğitim sisteminden başlayarak düzeyler arası geçişler, okul türlerini tarif ve eğitim programları başta olmak üzere, eğitimin tüm tür ve düzeylerinin kamu tarafından ve kamusal kaynaklarla sunulması ve adil dağıtımının sağlanması, insancıl ve demokratik bir okul iklimi oluşturma gibi pek çok sorun varlığını sürdürmektedir.

Sınavlara endekslenmiş bir eğitim sisteminin nitelikli olması nasıl mümkün değildir. İlköğretimden üniversiteye kadar yapılan sınavlarda çocuklarımız ve gençlerimiz resmen yarıştırılmakta, birbirleriyle rekabet etmeleri istenmektedir. Kapitalizmin dayattığı “piyasacı eğitim” anlayışının tipik bir örneği olan bu anlayış derhal terk edilmeli, öğrencileri birbiri ile rekabet eden değil, onları geliştiren, çok yönlü bilgi ve beceri kazandırıcı, nitelikli bir eğitim anlayışı benimsenmelidir. Bunun için öncelikli olarak yapılması gereken, öğrencilerimizi sınav cenderesinden kurtarmak olmalıdır.

Eğitimin hiçbir kademesinde öğrencilere ve dolayısıyla ailelerine dayatmada bulunmamalı, eğitim sisteminin öncelikli sorunu olan “sınav merkezli eğitim” anlayışı derhal terk edilmelidir. Her öğrencinin kendi ilgi ve becerisi doğrultusunda hangi alanda okuyacağını kendisinin belirleyeceği bir eğitim sistemi oluşturulmadan atılacak her adım, eğitimde yaşanan kaosu derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

2017-2018 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI BAŞINDA EĞİTİMİN DURUMU
Değerli Basın ve Kamuoyuna;
Bugün 18 milyon öğrencinin eğitim-öğretime başladığı 2017/2018 eğitim öğretim yılı yine veliler de, öğrenciler de ve öğretmenlerde büyük kaygılarla başlıyor. Öğrenciler tamamen denek olarak kullanılmış, yapılan değişiklikler istikrarsız eğitim ve öğretimi de beraberinde getirmiştir. Sürekli değişen müfredat ve sınav sistemi öğrencilerimiz de, velilerimiz de gelecek kaygıları yaratmaktadır.
Yıllardır öğrencilerin yarışa dayalı yer aldığı eğitim sistemini doğru bulmuyoruz. Çocukların bütün becerilerinin dikkate alınmasını istiyoruz. Ama bugün müfredat ve diğer süreçlerde olduğu gibi hazırlık, ön çalışma yapılmadan açıklama yapılıyor. Açıklamadaki ‘Artık’ kelimesi, eğitim sisteminin artık alarm verdiği, çocuklara zarar verdiğini gösteren kanıtların var olduğu anlamına geliyor. Eğitim yap-boz tahtasına döndü. Sınavların kaldırılmasını biz de destekliyoruz ama bunun koşulları ne olacak? İmam hatip okullarının başarısızlığı ortada. Geçtiğimiz günlerde MEB üst düzey yetkilileri hafızlık programı uygulayan okulların ve imam hatiplerin kalitesinin arttırılması, buradaki öğrencilerin nitelikli okullara gidebilmesi için düzenleme yapılacağını söyledi. Bunların ardından “TEOG kalksın” açıklaması geldi. Çocuklar üzerinden başka bir torpil mi oluşturulacak? İmam hatiplerin başarısızlığı konuşulurken bu açıklama tesadüf mü?

Görüntünün olası içeriği: 8 kişi, oturan insanlar ve ayakta duran insanlar


4+4+4, eğitim sisteminde yaşanan ticarileşme, özelleştirme, özel okullara yönlendirme ve eğitimde yaşanan yoğun dinselleştirme uygulamalarına ilişkin en temel göstergeleri resmi verilerle açıkça ortaya koymaktadır. MEB tarafından açıklanan 2016-2017 örgün eğitim yılsonu istatistikleri, sendikamızın yıllardır ısrarla vurguladığı temel sorunların büyük bir bölümünü içermesine rağmen, özellikle eğitimde 4+4+4 dayatmasının kamusal eğitimde yarattığı tahribatın somut sonuçlarının daha net görülebilmesi açısından, eğitim sisteminin nasıl tehlikeli bir uçuruma doğru sürüklediğini göstermektedir. MEB’in resmi verileri kamusal eğitimin adım adım tasfiye edilerek, özel öğretimin teşvik edilmesi, eğitimde yaşanan ticarileşme ve dinselleştirme uygulamalarının ne kadar arttığını ve yaygınlaştığını bütün yönleriyle ortaya koyması açısından önemlidir. Eğitim Sen’in ve bilim insanlarının bütün eleştiri ve itirazlarına rağmen eğitimde 4+4+4 dayatması ile ülkemizde yaşanan ‘piyasa merkezli’ ve yoğun ‘inanç sömürüsüne’ dayanan tehlikeli adımlar, eğitimde yaşanan nitelik kaybını açıkça göstermektedir. 2017/2018 eğitim öğretim yılından itibaren uygulanacak olan yeni müfredatın eğitimde yaşanan nitelik bozulmasını daha da arttırması kaçınılmaz görünmektedir. 
Milli Eğitim Bakanı tarafından kamuda öğretmen alımlarının “sözleşmeli istihdam” ve “sözlü sınav” üzerinden yapılması, kamuda temel istihdam biçiminin sözleşmeli, güvencesiz istihdam durumunu yaratmıştır. Yıllardır güvencesiz istihdama karşı mücadele eden, angarya çalışmaya, performans değerlendirmesine karşı çıkan eğitim emekçilerinin tamamen sendikal nedenlerle açığa alınmaları, sürgün edilmelerinin asıl amacının iş güvencesinin kaldırılmasına karşı örgütlü mücadeleyi zayıflatmak olduğu açıktır. 
Eğitimde daha önce 2007-2011 yılları arasında başvurulan sözleşmeli öğretmenlik uygulaması eğitim-öğretim ortamında ve eğitimin niteliğinde bozulmaya neden olmuş, eğitim emekçileri arasında statü farkı oluşmuş ve ekonomik ve sosyal hak kayıpları yaşanmıştır. MEB’in darbe girişimi sonrasında çalışma koşullarını daha da ağırlaştırarak sözleşmeli öğretmenliği yeniden gündeme getirmesi, “torpil” kelimesi ile eş anlamlı hale gelen ve yüksek yargı tarafından “objektif olmama”, “taraflılık” gibi gerekçelerle defalarca iptal edilen “sözlü sınav” uygulamasının sözleşmeli öğretmen istihdamında ısrarla uygulanması dikkat çekicidir. 
Türkiye’de eğitim sisteminin, özellikle AKP hükümeti döneminde, 15 Temmuzda darbeci olarak ilan edilenlerle işbirliği halinde ve iktidarın siyasal hedefleri doğrultusunda biçimlendirildiği bilinmektedir. Eğitimde 4+4+4 düzenlemesiyle daha da belirginleşen eğitimi ve toplumu “tek din, tek mezhep” anlayışı çerçevesinde dinselleştirme uygulamaları, eğitim biliminin en temel ilkelerine, laik-bilimsel eğitim anlayışına açıkça meydan okuyarak hayata geçirilirken, eğitim sistemi sonu görünmeyen bir karanlığın içine çekilmiştir. 
MEB, iktidarın ideolojik yönelimleri doğrultusunda çalışmalar yapan dini vakıflar ile çeşitli protokollere imza atması eğitimi dinselleştirme sürecinde siyasi nüfuzu olan cemaatlere özel görevler vermiştir. 2013 yılına kadar bugün “FETÖ” olarak ifade ettikleri yapı ile iç içe, kol kola yürüyenler, eğitim politikalarının oluşturulmasından uygulanmasına kadar bütün aşamalarda birlikte hareket edenlerin, bugün hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi davranması dikkat çekicidir. Oysa darbelere gerçek anlamda karşı olmak, başta inanç sömürüsü olmak üzere, her türlü sömürüye, darbeci zihniyeti besleyen ve ülkeyi dini cemaatlerin faaliyet alanına çeviren tüm politika ve uygulamalara karşı somut tutum almayı gerektirmektedir. 
Geçmişte yaşananlardan gerekli dersler almayan hükümet, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında geçmişte beraber yürüdüğü bir cemaati tasfiye ederken, onların yerine başka cemaatleri ikame ederek yeni darbe girişimlerine zemin hazırlamaktadır. En fazla kontenjan açığı imam hatiplerde olmasına rağmen, darbe girişimi sonrasında el konulan okulların önemli bir bölümünün imam hatibe çevrilmesi, velilerin çocuklarını imam hatiplere göndermesi için kampanyalar yapılması Eğitimde yaşanan dinselleştirme uygulamaları, laik-bilimsel eğitimi savunan eğitimcilerin sendikal eylemleri nedeniyle olduğu belli olmasına rağmen, kara propaganda eşliğinde açığa alınmasın velilerin ekonomik koşullarını zorlayarak çocuklarını özel okullara göndermesine neden olmaktadır. Eğitim Sen olarak bizler her zaman çağdaş, bilimsel, laik, anadilde eğitimin savunucusu olmuşuzdur. Olmaya da devam edeceğiz Bu değerlerimizden asla vazgeçmedik, vazgeçmeyeceğiz de.
Türkiye’nin eğitim müfredatı, ülkedeki kültürel ve dilsel çeşitliliği ve zenginliği yok sayan, farklı inanç ve kimlikleri dışlayan, piyasanın ihtiyaçlarına yanıt vermeye çalışan, bireyciliği ve özellikle dini değerleri öne çıkaran bir içeriktedir. Yeni müfredatla birlikte bu durumun daha da belirgin hale getirilerek sürdürülmesi, özellikle ‘dini değerler’ konusunun öne çıkarılması dikkat çekici olmakla birlikte, laik eğitim ve laik yaşam alanlarına müdahaleler söz konusudur.
Bireycilikle, milliyetçilikle, dini değerler ve rekabet ile yoğrulmuş, bilimsel, sanatsal, estetik yönden sığ, büyük ölçüde dini kural ve referanslara dayanan bir dilin kullanıldığı, resmi dil dışındaki yerel dillerin ve kültürlerin yok sayıldığı ya da dışlandığı bir eğitim müfredatının çocuklarımıza, öğrencilerimize verebileceği hiçbir şey yoktur. Laik-bilimsel eğitimin temel işlevi bireylerin kendilerini çocuk yaşlardan itibaren özgürce geliştirebilmelerine yardım etmektir. Dolayısıyla eğitim programları, yaşamı bir bütün olarak kavramayı hedeflemeli, öğrencilerin çok yönlü gelişimlerine hizmet edecek öğrenme yaşantılarını içeren bir içerikte olmak zorundadır. 
Bugüne kadar eğitim müfredatına yönelik bilim dışı müdahalelerin belirgin bir şekilde artması, felsefe-bilim ve sanat derslerinin azaltılması, otizmli ve zihinsel engelli çocuklara zorunlu din dersi getirilmesi, okul öncesi ve ilkokul öğrencilerine yönelik ‘dini değerler eğitimi’ çalışmaları, ders kitaplarında dini söylem ve örneklerin belirgin bir şekilde artması vb gibi uygulamalara ek olarak fizik, kimya ve biyoloji gibi derslerde yapılan “güncellemelerin” eğitimde yaşanan dinselleştirme uygulamalarını daha da ileriye taşınması hedeflenmektedir.
Eğitim sisteminin iktidar eliyle adım adım dinselleştirilmesi sürecinde, Milli Eğitim Bakanlığı eliyle eğitimde hayata geçirilmek istenen baskıcı ve dayatmacı politikalarına karşı çıkan eğitim ve bilim emekçileri hükümetin öncelikli hedefi olmuştur. En temel sendikal eylemlerimizden zorlama yorumlarla suç üretilmeye çalışılmış, laik-bilimsel eğitim mücadelesi baskı, soruşturma ve sürgünlerle sindirilmeye çalışılmıştır. 
Devleti ve eğitim sistemini kendi siyasal-ideolojik çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmak isteyenler, halk ve emek düşmanı politikalarını hayata geçirirken karşılarında hiçbir örgütlü güç istemedikleri için on binlerce eğitim emekçisini hukuksuz bir şekilde ihraç ederek ve açığa alarak eğitim-öğretime büyük bir darbe vurmuşlardır. 15 Temmuz sonrasında eğitim alanında yaşananlar, darbecilerle mücadeleden çok, iktidarın kendileri gibi düşünmeyenlere yönelik siyasal bir operasyonudur. 
Hükümet kendisine muhalif herkesi “terör suçu” ile ilişkilendirerek kamuoyu desteğini arkasına almaya çalışmakta, yıllarca işbirliği yaptığı darbecilerle birlikte işledikleri suçların üzerini örtmek istemektedir. Ayrıca darbe sonrası farklı cemaatlerle iş birliğine gidilmesi eğitim üzerinde bunların söz sahibi olmaları çocuklarımızın geleceğini psikolojik ve sosyolojik yönden tehdit etmektedir.
Sendikal eylemler nedeniyle sürgün edilen, açığa alınan ve ihraç edilen tüm eğitim emekçileri görevlerine dönene kadar bütün gücümüzle hem hukuksal, hem de örgütsel mücadelemizi sürdüreceğimiz bilinmelidir. Bugüne kadar attıkları her adımda, aldıkları her kararda sadece siyasi tasarruflar üzerinden hareket edenler, hukuk önünde er ya da geç hesap vereceklerini çok iyi bilmelidirler. Eğitim Sen, nereden ya da kimden gelirse gelsin, eğitim emekçilerinin örgütlü mücadelesini hedef alan, iktidarın baskıcı ve anti demokratik uygulamalarına zemin hazırlayan her türlü yasa dışı girişim ve saldırının karşısında hukuksal ve örgütlü mücadelesiyle durmayı sürdürecektir. Hukuksuz bir şekilde açığa alınan tüm eğitim emekçilerinin yanında olduğumuz bilinmelidir. 
Eğitim sisteminde yıllardır yaşanan ve katlanarak artan sorunlar, MEB’in yayımladığı örgün eğitim istatistiklerine çeşitli yönleriyle yansımış bulunmaktadır. Açıklanan resmi veriler, eğitimin içler acısı durumunu gözler önüne sererken, MEB’in eğitimin yapısal sorunlarına yönelik somut ve çözüme dayalı politikalar geliştirmek gibi bir amacının olmadığı açıkça görülmektedir. Okulların eğitim kurumu olmaktan adım adım uzaklaştırılması, öğrencilerin yarış atı gibi sınavdan sınava koşturulması, öğretmenlerin mülakat sınavı ile sözleşmeli istihdam edilerek esnek, güvencesiz ve angarya çalışmaya zorlanması, siyasal kadrolaşmanın arttığı, eğitimde farklı dil ve kimliklerin dışlandığı, eğitimin zaten sorunlu olan niteliğinin daha da kötüleştiği bir eğitim sisteminin ülkemize ve çocuklarımıza olumlu bir katkı yapması mümkün değildir.
Eğitimde siyasal kadrolaşma uygulamalarının yukarıdan aşağıya doğru organize bir şekilde gerçekleştirilmesi, okullarda yaşanan şiddetin artması, eğitim emekçilerine yönelik çeşitli saldırı ve tehditlerin (ihraç, açığa alma, sürgün vb) sürmesi gibi uygulamalar, tıpkı ülke genelinde olduğu gibi, okullarımızın ve üniversitelerin fiilen kışla ya da cezaevi haline getirilmesine neden olmuştur. Yıllardır toplumsal yaşamın her alanında sürekli kamplaşma ve kutuplaştırma politikaları üzerinden siyaset yapanlar, özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında benzer bir bölünmeyi okullarda öğrenciler, öğretmenler ve veliler arasında oluşturmaya çalışmış ve bunda kısmen de olsa başarılı olmuşlardır. MEB, yıllardır yaptığı değişikliklerle eğitim sistemini yap-boz tahtasına çevirmiş, son olarak açıklanan yeni müfredat üzerinden öğrenci ve velilerin kafasını karıştırmak dışında eğitimde somut ve çözüme dayalı politikalar geliştirememiştir. Okulöncesi eğitimden başlayarak eğitim yatırımlarına, ders kitaplarının hazırlanmasından eğitim yöneticilerinin belirlenmesine; sınıf mevcutlarından eğitimin laik, bilimsel ilkeler doğrultusunda verilmesine, demokratik ve kamusal yönünün geliştirilmesine özen gösterilmelidir. Derslik, okul, öğretmen açıklarından eğitimin genel bütçe içindeki payına kadar, eğitimin hemen her alanında köklü bir değişime gereksinim vardır. Kamusal, parasız, demokratik, nitelikli, bilimsel ve anadilinde eğitimin önündeki engellerin kaldırılması için somut adımlar atılmalı, eğitimde ticarileştirme ve eğitimi dinselleştirme adımlarına derhal son verilmelidir. Her geçen gün daha fazla piyasa ilişkileri içine çekilen, okulöncesinden üniversiteye kadar bilimin değil, dini inanç sömürüsünün referans alındığı bir eğitim sisteminde eğitim ve bilim emekçilerinin, öğrenci ve velilerle birlikte kamusal, bilimsel, demokratik, laik ve anadilinde eğitim hakkı için mücadelemizi arttırarak sürdüreceğimiz bilinmelidir.
İlimiz genelinde okulların hızlı bir şekilde normal eğitim uygulamasına geçmesi olumlu olmakla birlikte, yetersiz derslik sayısı sınıfların daha da kalabalıklaşmasına, norm kadro fazlası öğretmenlerin oluşmasıyla öğretmenlerin eğitim ve öğretim den uzaklaşmalarına neden olmaktadır. Hızlı bir şekilde ilimiz genelinde derslik ihtiyaçlarının karşılanması çalışmaların yapılması iyi olacaktır. Umarız bu yıl ilimizde geçen yıl olduğu gibi saat uygulamaları sorunu yaşamayız. Çocuklarımızın eğitim ve öğretimi daha sağlıklı yapabilecekleri saat uygulamaları hayata geçirilir.

Şube Yürütme Kurulu Adına
Seçil SÖNMEZ
Şube Başkanı

Son Düzenlenme Pazartesi, 18 Eylül 2017 12:24

LAİK
Yaşam- Eğitim
Bilim ve Aydınlanma PANELİ
28 Eylül 2017 Perşembe Saat:17.30'da Seyhan Belediyesi Yaşar Kemal Kültür Merkezinde düzenleyeceğimiz panele katılımınızı bekliyoruz.Görüntünün olası içeriği: yazı

12 Eylül Askeri Darbesi, Sivil Darbe Uygulamaları İle Sürdürülüyor! Askeri ya da Sivil, Tüm Darbelere Hayır!

12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden 37 yıl geçti. 12 Eylül 1980 ve sonrasında yaşanan acılar, aradan 37 yıl geçmiş olmasına rağmen hala sürmektedir. 12 Eylül politikalarının yarattığı koşullardan beslenen AKP iktidarı, 15 Temmuz darbe girişimini kendisi için fırsata çevirerek, yasama, yürütme, ve yargı başta olmak üzere, devlet yönetimine ait bütün yetkilerin tek bir kişiye bağlandığı yeni bir rejim inşa etmektedir.

12 Eylül Askeri Darbesi, Sivil Darbe Uygulamaları İle Sürdürülüyor! Askeri ya da Sivil, Tüm Darbelere Hayır!

12 Eylül darbecilerinin ekonomik, siyasi, toplumsal tüm projeleri geçtiğimiz yıllar içinde adım adım kurumsallaştırılmış, hatta bu hedeflerin çok daha ileri boyutlara ulaşması sağlanmıştır. OHAL ve KHK’lar ile yeni bir yönetim rejimi inşa edenler, evrensel hukuk ilkeleri çerçevesinde hareket etmek yerine en temel hukuk kurallarını, temel insan hakları ve özgürlükleri askıya almış, OHAL’i her türlü haksızlığa ve hukuksuzluğa kalkan yapmayı tercih etmiştir.

15 Temmuz sonrasında hayata geçirilen ve yaşam hakkını yok sayan düzenlemeler, kamuda yaşanan hukuksuz ihraç ve sürgünler, milletvekilleri, belediye başkanları ve muhalif gazetecilere yönelik tutuklamalar, grev yasakları, sendikasızlaştırma politikaları, iş cinayetleri, kadın cinayetleri ve çocuklara yönelik istismar uygulamalarına yönelik tutumlar ve darbe dönemlerini aratmayan uygulamalar olarak dikkat çekmektedir.

Geçtiğimiz 15 yıl içinde iktidarını tehdit edecek bütün kurumları birer birer etkisiz hale getiren siyasi iktidar, okullar, üniversiteler, kamu kurumları, yargı, ordu, medya vb gibi bir iktidarın sahip olması gereken bütün alanları kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirerek darbecileri aratan bir pratik sergilemiştir.

12 Eylül’ün, ‘Türk-İslam sentezi’ anlayışının özellikle eğitim sistemi içinde, okullarda ve üniversitelerde kurumsallaşmasını büyük ölçüde tamamlarken, eğitim sistemi tarihte hiç olmadığı kadar tehlikeli bir kuşatma ile karşı karşıyadır.

Aradan geçen 37 yıl içinde eğitim yaşanan ticarileştirme ve eğitimi dinselleştirme uygulamaları tüm hızıyla sürmüş, bir taraftan laik ve bilimsel eğitime açıkça meydan okunurken, diğer taraftan temel bir insan hakkı olan anadilinde eğitim hakkına yönelik yasak ve engeller ısrarla devam ettirilmiştir. Bugünden geriye doğru baktığımızda, 12 Eylül rejiminin uygulamaları ile AKP eliyle ulaşılmak istenen hedeflerin bire bir örtüştüğü ve benzer karakterde olduğu anlaşılmaktadır.

Devletin halk üzerinde doğrudan bir baskı ve şiddet aygıtına dönüştüğü o günlerden bugüne hayatımızdaki birçok şey değişmiş, fakat siyasi hayatımızda başta yaşam hakkı olmak üzere, eşitlik, özgürlük, demokrasi, insan hakları vb. en temel ilkeler resmen ayaklar altına alınmıştır.

Örgütlü toplum hareketinin oluşumunu tamamen reddeden 12 Eylül anlayışı ve onun günümüzdeki temsilcileri, en temel demokratik hak ve eylemlerin, toplumun ve bireylerin örgütlü mücadelesinin önüne yeni engeller çıkarmayı sürdürmektedir. Hukuksuz ihraçlar ve sürgün sayılarının 12 Eylül döneminden katbekat fazla olması, Türkiye’nin fiilen darbe koşullarında yönetildiğinin kanıtıdır.

Geçmişinde kanlı askeri diktatörlükler bulunan çoğu ülke, askeri darbeleri ve darbecileri yargı önüne çıkararak, işledikleri suçlardan dolayı yargılayarak geçmişleri ile yüzleşmişlerdir. Türkiye 12 Eylül darbecilerini ve onların izinden gidenlerin yargılanmadığı, darbe döneminden kalan tüm yasak ve kurumları ortadan kaldırmadığı sürece, darbelerle ve darbeci zihniyet ile gerçek anlamda hesaplaşmak mümkün değildir.

Türkiye’nin en karanlık dönemini ifade eden 12 Eylül ve onun izinden gidenlerin karanlık zihniyet ile hesaplaşmak, askeri ya da sivil darbe ayrımı yapmadan bütün darbelere karşı çıkmaktan geçmektedir. Türkiye’nin demokratikleşmesi, kendi halkına karşı düşmanca tutumlar sergileyen baskıcı-otoriter uygulamalara karşı eşitlik, özgürlük, barış ve demokrasi mücadelesinin güçlendirilmesi ile mümkündür.