Özgür Basın Susturulamaz!

Muhalif her sesin susturulmak istendiği bir dönemde, her güne yeni skandallarla başlar olduk. Her günümüz hukuk, adalet, yaşam hakkı gibi kavramlara nefes verip; hakkımız olanı ve geleceğe dair umutlarımızı diri tutmakla geçer oldu. Toplumun yalansız, dolansız, sansürsüz bilgiye ulaşma hakkı da dün itibariyle büyük bir yara daha aldı.

Özgür Basın Susturulamaz!

Bilindiği üzere Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül, toplumun geniş kesimlerince AKP ile IŞİD arasındaki işbirliğinin tartışıldığı ve Ortadoğu’nun kan gölüne çevrildiği bir dönemde, yayınladıkları “MİT tırları ile eli kanlı cihatçı çetelere ilaç değil, silah taşındığı” içerikli haberle siyasi iktidarın hedefine oturmuştu. Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından haklarında açılan dava sonucunda ise Can Dündar ve Erdem Gül, “terör örgütü” ile ilişkilendirilerek “casusluk” iddialarıyla tutuklandı.

Belirtmek isteriz ki söz konusu tutuklama kararı, gazetecilik mesleğine ve halkın gerçekleri öğrenme hakkına tehditkar bir sınır çizmiştir! Bu sınırın açık anlamı, ancak ve ancak AKP’nin arzuları doğrultusunda haber yapılabileceği, AKP’nin bilinmesini istemediği şeylerin toplumla buluşturulmasının “YASAK” olduğu ve bu sınırı geçenlerin cezaevine kapatılacağıdır!

Can Dündar ve Erdem Gül’ün “terör örgütü” ile ilişkilendirilmesi ve “casusluk” iddialarıyla tutuklanması, her geçen gün daha fazla sayıda insanın canice katledildiği bir bölgeye devletin silah taşıdığı gerçeğini değiştirmemektedir! “Terör” ve “casus” arayışında olanlar, öncelikle bu gerçeğin hesabını vermelidir!

Söz konusu “YASAK” politikası ile sadece gazetecilere değil, muhalif tüm kesimlere de bir mesaj verilmek istenmiştir. Türkiye, hükümete muhalif tüm kesimlerin kendisini fiili bir gözaltında hissetmesinin hedeflendiği ve “YASAK” çemberlerinin her geçen gün daha fazla daraltılmak istendiği bir ülke haline getirilmiştir. Bu nedenledir ki söz konusu davanın hukuki değil, siyasi bir dava olarak değerlendirilmesi oldukça önemlidir.  Çünkü sorunu tespit etme biçimimiz çözüme dair kapıyı aralama imkanını da sunmaktadır. Böylesi kararlarla karşılaşmaktan kurtulabilmemizin yolu, yan yana gelerek örgütlü bir toplum yaratmaktan geçmektedir.

Baskıya, zulme, tehditlere boyun eğmeyerek emek mücadelesini kararlılıkla yürüten bir sendika olarak, Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmasını kınıyoruz! Mesleğine ve onuruna sahip çıkan Can Dündar’ın ve Erdem Gül’ün nezdinde toplumun hakikati öğrenme hakkına sahip çıkan ve bu doğrultuda mesleğini icra eden tüm basın emekçilerinin yanında olduğumuzun bilinmesini isteriz!

Şube Yürütme Kurulu

Son Düzenlenme Cuma, 27 Kasım 2015 19:33

Örgütlenme çalışmalarımız kapsamında Oğuzhan Ortaokulunda Hüseyin IŞIK emek ve demokrasi mücadelemizi takdir ettiğini ve kendisinin de bu mücadelenin içinde yer almak istediğini belirterek sendikamıza üye olmuştur.

 

Tüm kadınları dayanışmayı büyütmeye, 25 Kasım direniş mirasına sahip çıkmaya davet ediyoruz.

Değerli Basın Emekçileri

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nün simgesi Mirabel kız kardeşlerin Dominik Cumhuriyetinde diktatörlüğe karşı yürüttükleri özgürlük mücadelesi nedeniyle katledilmesinin üzerinden yarım yüz yılı aşkın zaman geçti. Ancak dünyanın her yerinde kadınlar hala sömürülüyor, baskı ve şiddete maruz kalıyor, tecavüze uğruyor, katlediliyorlar. Kadınların rengi, dili, yaşadıkları coğrafya değişiyor ama uğradıkları şiddetin kaynağı değişmiyor. Kadınlara yönelik her türlü şiddet, tek tek bireylerin kendi çıkmazlarından, geriliklerinden kaynaklanmıyor. Bilakis, erkek egemen sistemin kendisi bu şiddeti bin yıllardır yeniden üretiyor.

Erkek-Devlet şiddetiyle katlediliyoruz!

Her gün yaklaşık 5 kadın katlediliyor. Her yıl yüzlerce kadın babaları, kocaları, sevgilileri, en yakınlarındaki erkekler tarafından öldürülüyor. Yüzlerce kadın ve kız çocuğu tecavüze ve cinsel istismara maruz kalıyor. Yanı başımızdaki kadını korumaya çalıştığımız için, yemeği tuzsuz yaptığımız için, boşanmak istediğimiz için, aşklarına karşılık vermediğimiz için, barışmayı reddettiğimiz için, sadece kadın olduğumuz için, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğimiz farklı olduğu için şiddete maruz kalıyor, katlediliyoruz. Evimizde, kapımızın önünde, işyerimizde, sokakta, mecliste,  kısacası yaşamın her alanında erkek-devlet şiddetiyle yüz yüze kalıyoruz.

Eril akla göre işleyen devlet kurumları kadına yönelik şiddete karşı önlem almak bir yana, cinsiyetçi söylem ve pratiklerle bu şiddete zemin hazırlamakta ve suça ortak olmaktadırlar. Erkek yargı sistemi kendilerini korumak için meşru müdafaa haklarını kullanan kadınlara verilen cezaları az bulurken,  nefret suçu işleyenleri ve kadın katillerini  ''haksız tahrik, iyi hal, aşırı sevgi ve saygın tutum'' gibi akla ziyan indirimlerle ödüllendirmektedir. Ne acıdır ki bu şiddeti uygulayan faillerin yaptıkları yanlarına kar kalmakta, yaşama hakkı ellerinden alınan kadınlar tekrar tekrar öldürülmektedir. Haksız tahrik indirimleriyle sonuçlanan davalar göstermiştir ki; devlet, kadını toplumsal hayat içinde bir birey, bir yurttaş olarak görmemekte, kadınlara uygulanan her türlü baskı, tecavüz, taciz ve şiddet normal ve doğal bulunmaktadır.

            13 yıllık cinsiyetçi pratiğiyle, kadınları sosyal, siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamdan koparmaya çalışan AKP iktidarı, kadın düşmanı politikalarına hız kesmeden devam ediyor. Mecliste halk iradesiyle seçilen kadın vekillerin ve Toplu Sözleşme masalarında kadın taleplerini dile getirmek isteyen kadın emekçilerin konuşmasına gösterilen tahammülsüzlük, Tarım ORKAM Sen Kadın sekreterimiz Suzan Kotay’ın Suruç katliamı sonrası IŞİD vahşetini kınadığı için memuriyetten ihraç edilmesi bu örneklerden sadece bir kaç tanesidir.

Savaşa karşı barışı ve yaşamı savunmaya devam edeceğiz!

AKP hükümetinin 7 Haziran seçimleri öncesi başlattığı yeni savaş konsepti kadınların ve bir arada yaşayan halkaların üzerine karabasan gibi çökmüştür. Kürt sorununun çözümünde yeniden çatışma ve şiddetin dayatıldığı haziran ayından bu yana yüzlerce insan hayatını kaybetmiş, binlerce kişi gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. Kürt illerinde yeniden devreye konulan OHAL uygulamaları ile yaşam alanları abluka altına alınarak, eğitim, sağlık, beslenme ve barınma hakkı gibi temel ihtiyaçların karşılanması bizzat devlet tarafından engellenmektedir. Annesinin, cansız bedenini buzlarla kucağında sakladığı Cemile, Sur'da keskin nişancıların başından vurarak katlettiği 12 yaşındaki Helin, “galoş giyin” dediği için polislerce katledilen Dilek, Nusaybin'de kapısının önünde vurulan Selamet, ölü bedenleri kokmasın diye buzdolabında saklanan 35 günlük bebekler savaşın en acımasız yüzünü bir kez daha ortaya çıkarmıştır. 

Savaş kadına yönelik en pervasız şiddettir. Bu ortamlarda kadınlar ve çocuklar şiddetin en kabasına ve vahşisine maruz kalıyorlar. En temel insan hakları hiçe sayılarak insanlık dışı tüm uygulamalar meşruluk kazanıyor. Ölümün, işkencenin, baskının çirkin yüzü hiç çekinmeksizin insanların yaşamı üzerinde resmediliyor. Günlük hayatta her türlü eşitsizliğe, ayrımcılığa, baskıya ve şiddete maruz kalan kadınlar ve çocuklar, çatışmalı ortamlarda ise en çok canı yananlar oluyorlar. Savaştan dolayı toprağından koparılarak göç etmeye zorlanan kadınlar ve çocuklar gittikleri yerlerde yoksulluğa, ayrımcılığa, eşitsizliğe ve ölümlere varan sonuçlara mahkum ediliyorlar. Savaş ve baskıya karşı direnen, barış için mücadele eden kadınlara karşı en acımasız şiddet biçimleri devreye sokuluyor. Gözaltında cinsel işkenceler yapılarak, ölü ve çıplak bedenleri teşhir edilerek kadınlar üzerinde korku hegemonyası oluşturmak isteyenlere cevabımız şudur: inadına barış, inadına eşitlik, inadına direniş!

Saray ve AKP tarafından desteklendiği ayan beyan ortaya çıkan IŞİD vahşetinin boyutları günden güne büyüyerek derinleşmektedir. Diyarbakır, Suruç ve Ankara da yüzü aşkın canımıza kıyanların ve barışı katledenlerin yürüttüğü savaş politikaları yaşadığımız coğrafyanın ötesine, tüm dünyaya yayılan bir şiddet sarmalına dönüşmüştür. Beyrut ve Paris’te yüzlerce insanın katledilmesi, Sincar’da ortaya çıkan Ezidi kadınlara ait toplu mezar, kirli savaş politikalarının yarattığı vahşetin nasıl korkunç boyutlara ulaştığını bir kez daha göstermiştir. Biz kadınlar Ortadoğu'da kendi emelleri ve hesapları uğruna halkları birbirine kırdıran, kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere insanlığı kıyımdan geçirenlerin oyununu bozmak için evrensel bir kadın dayanışmasının gerekli olduğunu biliyoruz. Diktatörlüğe, tekçiliğe, gericiliğe ve militarizme karşı özgürlükleri, barışı ve bir arada yaşamı savunduk, savunmaya devam edeceğiz!

İş Güvencemiz, Yaşam Güvencemiz için direniyoruz!

Zaten alabildiğine sınırlanmış olan iş güvencemizin, 1 Kasım seçimlerinin hemen akabinde 657 sayılı yasada değişiklik yapılarak tamamen ortadan kaldırılmasının gündeme getirilmesi tesadüf değildir. Savaş bütçesi hazırlığında olan AKP hükümeti kamu personel rejiminin son halkası olarak iş güvencemizi ortadan kaldırarak, güvencesiz, sendikasız, örgütsüz emekçiler yığınında biat kültürünü geliştirmek istiyor. Ulusal istihdam stratejilerinde iş ve aile yaşamının uyumunu sağlama gerekçesiyle yeni sömürü düzeni hazırlanıyor. Ev içi bakım emeği annelik kutsanarak kadının asli işi olarak sunulurken, esnek ve yarı zamanlı çalışma biçimleriyle güvencesizlik kadın emekçilerden başlatılarak temel çalışma biçimine dönüştürülmek isteniyor. Sözüm ona kayıt dışılığı ve işsizliği yok etmek için geliştirilen bu politikaların esas amacı, kayıt dışı olarak sürdürülen çalışma biçimlerini ve sömürüyü yasal hale getirmektedir. En az üç çocuk söylemleriyle desteklenen doğum teşvik paketlerinin asıl hedefi kadınları tekrar eve kapatmak ve sermayeye yeni, ucuz iş gücü üreterek ataerkil kapitalist sistemin yeniden üretimine katkı sağlamaktır.

Biz kadınlar, erkek-devlet-sermaye işbirliğiyle yaşamımızı kuşatma altına alan saldırılara karşı, yaşam alanlarımıza, toprağımıza ve doğaya dönük talana karşı, kentlerimiz üstünde oluşturulan ablukaya karşı, toprağımızdan bizi koparan şiddet, baskı ve zora karşı; emeğimize, bedenimize ve kimliğimize sahip çıkıyoruz!

Erkek Devlet şiddetinin son bulması için,

Kadın cinayetlerini durdurmak için,

Tacize ve tecavüze, haksız tahrik indirimlerine son vermek için,

Gözaltında cinsel işkence insanlık suçudur demek için,

Nefret suçlarına dur demek için,

Güvencesiz, kayıt dışı, kölece çalışmaya hayır demek için,

AKP’nin kadın düşmanı politikalarını durdurmak için,

Cizre, Suruç, Nusaybin ve Ankara katliamlarının hesabını sormak için,

Savaşa karşı onurlu bir barışın inşası için,

Tüm kadınları dayanışmayı büyütmeye, 25 Kasım direniş mirasına sahip çıkmaya davet ediyoruz.

Yaşasın örgütlü kadın mücadelemiz!!!

Jin,jiyan,azadi!!!

 

Şükran YEŞİL

Şube Kadın Sekreteri

 

 

 

 

 

 

Baskı, Tehdit ve Gözaltılar Bizleri Haklı Mücadelemizden

Asla Geri Döndürmeyecektir!

Türkiye’de son yıllarda örneklerini sıkça görmeye başladığımız sendikalara, emek ve demokrasi mücadelesi yürüten kesimlere yönelik baskı, tehdit ve hukuk dışı uygulamalar artarak sürmektedir. Dün Adana Emniyeti Güvenlik Şube Müdürlüğü tarafından aranarak 24 Kasım 2015 tarihinde ifade vermek üzere Eğitim Sen Adana Şube Sekreterimiz Zeynel KETE Emniyet müdürlüğüne çağrılmıştır.

Bugün emniyette yapılan sorguda yönetim kurulu üyemize; 10.11.2015, 15.11.2015, 17.11.2015 tarihlerinde yapılan basın açıklamaları esnasında Cumhurbaşkanına hakaret içerikli “Saray Savaş Halklar Barış İstiyor” sloganı attığı gerekçesiyle Şube Sekreterimiz Zeynel KETE’nin ifadesi alınmıştır.

12 Eylül cuntasının bir sonucu olarak bugün iktidar da olan AKP, yine 12 Eylül darbecilerinin ‘24 Kasım Öğretmenler Günü’ndemuhalif kimliğe sahip bir öğretmeni sorgulaması, yaptırımlarıyla AKP’nin 12 Eylül’ün devamı olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.

Değerli Basın

Geçen hafta; 10 Ekim’de yaşanan katliam öncesinde Adana’da yapılan bir yürüyüş gerekçe gösterilerek, Şube Başkanımız, Şube Kadın sekreterimiz ve KESK’e bağlı sendikalarımızın yürütme kurulu üyelerini şafak operasyonuyla evlerinde gözaltına alan emniyet hıncını almamış olmalı ki bugünde Eğitim Sen Adana Şube Sekreterimiz Zeynel KETE üzerinden üye ve yöneticilerimize yönelik yeni bir mesaj vermeye çalıştıklarını anlıyoruz.

 

Ancak bizi korkutmaya çalışanların, örgütlü insanlardan daha çok korktuklarını görüyoruz. Bu telaşa gerek yok. Bizler haklarımızı, demokratik kanalları kullanarak aramaya devam edeceğimizin bilinmesini isteriz. Bundan da korkulacak bir durum olmadığını kolluk kuvvetlerinin bilmesini isteriz.

Değerli Basın

Basın açıklaması yapmak en yasal ve en demokratik hakkımız iken, Adana emniyet müdürlüğü basın açıklamamızın içeriğine, nerede, ne zaman yapacağımıza ve hangi sloganları atacağımıza kadar belirlemeye çalışıyor olması bu ülkede demokrasinin nasıl işlediğinin en barız örneğidir.

AKP, giderek artan ve benzer örneklerini ancak faşist rejimlerde görebileceğimiz baskıcı, anti demokratik ve yok etmeye dayalı politikalarına boyun eğmeyen ve sesini yükseltenlere karşı büyük bir tahammülsüzlük göstermektedir. Şafak baskınları ve gözaltı operasyonları ile bizleri sindirmeye ve tamamen susturmaya çalışmaktadır.

Yıllardır karşısında en küçük bir muhalif ses istemeyen siyasi iktidar, 1 Kasım seçimlerinde aldığı yüzde 49,5 oy oranından aldığı cesaretle mücadeleci kimlikleri ile öne çıkan sendikaları, emek örgütlerini baskı ve gözaltı operasyonları ile hizaya getirebileceğini sanarak büyük bir yanılgı içindedir. Adana’da yaşanan soruşturmalar, gözaltılar tamamen haklı mücadelemizi yıpratmaya ve kamuoyunun kafasında soru işaretleri oluşturarak sendikal mücadeleyi zayıflatmaya yöneliktir.

Bizleri baskı altına almaya çalışan, haklı mücadelemizden döndürmeyi amaçlayan her türlü hukuk dışı ve fiili uygulamaların karşısında geçmişte olduğu gibi, bugün de sesiz kalmayacağız. Adana’da yaşanan bu soruşturmaların baskı ve yıldırma amaçlı olduğu ve tıpkı öncekiler gibi asıl amacın gözdağı olduğu açıktır. Nereden gelirse gelsin baskılara, tehditlere ve zorbalığa asla boyun eğmeyeceğimiz bilinmelidir.

Genelde Emek ve Demokrasi güçleri, Özel de ise Eğitim Sen üzerindeki bu soruşturma furyasından bir an önce vazgeçilmesini, bizleri böylesi yöntemlerle korkutacağını ve sindireceğini sananlar, daha önce olduğu gibi yine hayal kırıklığına uğrayacaklarını bilmelidir! 24.11.2015

KESK – DİSK – TMMOB – ADANA TABİP ODASI

Kurumlar Adına

Ahmet KARAGÖZ 

Eğitim Sen Adana Şube Başkanı

Son Düzenlenme Salı, 24 Kasım 2015 18:04

Ata İlkokulu önünde yaptığımız  "Okuluma Dokunma" konu basın açıklamasına katılan okul personeline açılan soruşturma için hazırlamış olduğumuz dilekçe örnekleri ekte sunulmuştur.

Şube Yürütme Kurulu

Üye Olanlar İçin Dilekçe Örneğini İndirmek İçin Tıklayınız

Üye Olmayanlar İçin Dilekçe Örneği İndirmek İçin Tıklayınız

Son Düzenlenme Salı, 24 Kasım 2015 09:49

Öğretmenlerin Sorunları Acil Çözüm Bekliyor!

Eğitim Sen olarak, öğretmenlerin giderek ağırlaşan çalışma koşulları ve sorunları ile ilgili düşüncelerini ilk elden tespit etmek için kapsamlı bir araştırma gerçekleştirdik.

9-20 Kasım 2015 tarihleri arasında, Türkiye çapında 7 bölge ve 40 ilde (Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Bursa, Kocaeli, Diyarbakır, Eskişehir, Artvin, Ağrı, Dersim, Malatya, Edirne, Kırıkkale, Kırklareli, Mersin, Muş, Van, Hakkari, Şırnak, Sinop, Çorum, Tarsus, Sivas, Kars, Tokat, Muğla, Nevşehir, Kırşehir, Kastamonu, Konya, Karaman, Ordu, Aksaray, Trabzon, Giresun, Bartın, Sakarya, Yalova, Zonguldak) hemen hemen tüm okul türleri ve branşlardan4.952 öğretmen araştırmaya katıldı ve görüşlerini paylaştı. Araştırma, 9 sorudan oluşan bir anket formu üzerinden tüm katılımcılarla yüz yüze görüşülerek gerçekleştirildi. Anket formlarının bilgisayar ortamına aktarılarak analiz edilmesi sonucu dikkat çekici sonuçlara ulaşıldı. Sonuçlar bugün Eğitim Sen Genel Merkezi’nde düzenlenen  basın toplantısında Genel Başkan Kamuran Karaca tarafından kamuoyuyla paylaşıldı.

Öğretmenlerin Çalışma Koşulları ve Sorunlarına Bakışı araştırmasının sonuçları içintıklayınız.


Öğretmenlerin Sorunları Acil Çözüm Bekliyor!

Öğretmenlik mesleği açısından, uluslararası anlamda tek öğretmenler günü olan 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü olmasına karşın, 12 Eylül sonrasında ilan edilen “24 Kasım Öğretmenler Günü” resmi olarak kutlanacak, her fırsatta mağdur edilen, “az çalışıyorlar”, “çok tatil yapıyorlar” diyerek siyasiler tarafından her fırsatta aşağılanan öğretmenlerin ne kadar “kutsal” bir iş yaptıkları hatırlatılarak, acil çözüm bekleyen en temel sorunları bile gündeme getirilmeden “resmi bir gün” olarak kutlanacak.

12 Eylül cuntasının bir ürünü olan “24 Kasım Öğretmenler Günü” 12 Eylül zihniyetinin ve günümüzdeki temsilcilerinin nasıl bir öğretmen istediğinin simgesidir. Eğitim Sen’in 24 Kasım’ı öğretmenler günü olarak kabul etmesi demek; 12 Eylül rejimini, uygulamalarını ve düşüncesini benimsemek, TÖB-DER’in kapatılmasını ve binlerce öğretmenin mağdur edilmesini onaylamak, 12 Eylül ve AKP zihniyetinin yaratmak istediği “itaatkâr öğretmen” profilini kabul etmek anlamına gelmektedir.

Eğitim Sen, yıllardır dünya öğretmenlerinin evrensel mücadele günü olan 5 Ekim’i Dünya Öğretmenler Günü olarak kabul etmekte ve kutlamaktadır. 24 Kasımı “Öğretmenler Günü” olarak ilan edenler, öğretmenlere içi boş ve gerçek yaşamda hiçbir karşılığı olmayan övgüler dizip, yıllardır yaşanan sorunların üzerini örterek günü kurtarmaya çalışmaktadır.

13 yıldır tek başına iktidarda olan AKP’nin öğretmenlerin giderek ağırlaşan çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek, artan iş yükünü azaltmak, insan onuruna yaraşır bir ücret almasını sağlamak ve eğitimin niteliğini en azından OECD ülkeleri ortalamasına taşımak gibi bir hedefi olmamıştır.

Eğitimde 4+4+4 dayatmasıyla zaten sorunlu olan eğitim sisteminde büyük bir alt-üst oluş yaşanmış, öğretmenler, öğrenciler ve veliler büyük sorunlarla karşı karşıya bırakılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı attığı her adımda, başlattığı her uygulamada öğretmenlerin, yardımcı hizmetli ve memurların daha fazla çalışabilmelerinin önünü açmak için çalışmakta, en temel taleplerimizi görmezden gelmektedir. Çalışma koşullarımızın giderek esnek, kuralsız ve güvencesiz hale getirilmesi, angarya çalışma uygulamalarının artması ve son olarak iş güvencemize göz dikilmesi, eğitim emekçilerini büyük bir tedirginlik ve karamsarlık içine itmektedir.

Her 24 Kasım’da öğretmenliğin kutsallığından, “onurlu bir meslek” olduğundan söz edilerek bildik ezber cümlelerin kullanılması, eğitim emekçilerini ciddi anlamda rahatsız etmektedir. Yüz binlerce eğitim emekçisinin sosyal ve ekonomik sorunlarını çözmek için yıllardır adım atmayanların, öğretmenlerin gerçek sorunlarını görmezden gelenlerin bildik nutuklarını daha fazla dinlemek istemiyor, eğitimin ve öğretmenlerimizin sorunlarına kalıcı çözümler üretilmesini istiyoruz.

Öğretmenlerin Çalışma Koşulları ve Sorunlara Bakışı Araştırması

Eğitim Sen tarafından, öğretmenlerin giderek ağırlaşan çalışma koşulları ve sorunları ile ilgili düşüncelerini ilk elden tespit etmek için 9-20 Kasım 2015 tarihleri arasında, kapsamlı bir araştırma gerçekleştirilmiştir. Türkiye çapında 7 bölge ve 40 ilde (Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Bursa, Kocaeli, Diyarbakır, Eskişehir, Artvin, Ağrı, Dersim, Malatya, Edirne, Kırıkkale, Kırklareli, Mersin, Muş, Van, Hakkari, Şırnak, Sinop, Çorum, Tarsus, Sivas, Kars, Tokat, Muğla, Nevşehir, Kırşehir, Kastamonu, Konya, Karaman, Ordu, Aksaray, Trabzon, Giresun, Bartın, Sakarya, Yalova, Zonguldak) hemen hemen tüm okul türleri ve branşlardan 4.952 öğretmen araştırmaya katılmış ve görüşlerini bizlerle paylaşmışlardır. Araştırmamız 9 sorudan oluşan bir anket formu üzerinden tüm katılımcılarla yüz yüze görüşülerek gerçekleştirilmiştir. Anket formları sendikamız çalışanı arkadaşlarımızın 3 gün süren yoğun emeği sonucunda, bilgisayar ortamına aktarılarak analiz edilmiş ve dikkat çekici sonuçlara ulaşılmıştır.

Araştırmaya katılanların cinsiyetlerine göre dağılımı

Sendikamız tarafından 9-20 Kasım 2015 tarihleri arasında yapılan araştırmaya farklı okul türleri ve branşlardan 4.952 öğretmen katılmıştır. Araştırmaya katılan öğretmenlerin yüzde 47’si erkek (2269 kişi), yüzde 53’ü (2565 kişi) kadınlardan oluşmaktadır.

Araştırmaya katılanların hizmet yılı (kıdemi)

Araştırmaya katılanları hizmet yılı itibariyle değerlendirdiğimizde yarısının (yüzde 50,8) 16 yıl ve üzeri kıdeme sahip olduğu görülmektedir. Bu oran öğretmenlerin mesleki yaşantısı açısından AKP öncesi ve sonrası döneme ilişkin karşılaştırma yapmaları, özellikle çalışma ve yaşam koşulları, mesleki saygınlık ve eğitim politikaları ile ilgili gelişmelerin olumlu mu, olumsuz mu olduğunun daha iyi anlaşılması açısından önemlidir.

Araştırmaya katılanların yüzde 21.6’sı 9-15 yıl arası, yüzde 15,1’i 4-8 yıl arası, yüzde 12,5’i ise1-3 yıl arası kıdeme sahip öğretmenlerdir. Bazı anket sorularına verilen yanıtlarda ve yapılan yorumlarda kıdemli öğretmenlerle, daha az kıdemli öğretmenler arasında belirgin farklılıklar tespit edilmiştir.

Araştırmaya katılanların mesleği ya da branşı

Araştırma yapılırken mümkün olduğunca farklı okul türleri ve farklı branşlardan öğretmenlere ulaşılmasına dikkat edilmiştir. Bu amaçla okulöncesi, ilkokul, ortaokul ve lise türlerinde (Anadolu liseleri, Meslek liseleri vb) çalışan öğretmenlerle görüşülmüştür. Yine benzer şekilde başta sınıf öğretmenleri olmak üzere, toplamda 26 farklı branştan öğretmenlerin görüşleri alınmaya çalışılmış, bu anlamda da oldukça geniş bir kesime ulaşılmıştır.

Öğretmenler mesleklerini yaparken kendilerini mutlu ve huzurlu hissediyorlar mı? 

Araştırma sorularımızdan birisi öğretmenlerin mesleklerini yaparken kendilerini mutlu ve huzurlu hissedip hissetmediklerine ilişkindir. Araştırmaya katılan öğretmenlerin yüzde 58’i(2735 kişi) “Evet” diyerek mesleklerini yaparken kendilerini mutlu ve huzurlu hissettiklerini belirtmiş, ancak yüzde 42 (1982 kişi) gibi azımsanmayacak bir kısmı ise “Hayır” yanıtını vererek, mesleğini yaparken mutlu ve huzurlu olmadığını belirtmiştir.

Katılımcıların yüzde 42 gibi önemli bir oranının mesleğin yaparken kendisini mutlu ve huzurlu hissetmemesi önemli bir sorundur. Memnuniyetsizlik oranının bu kadar yüksek çıkmasının tek sorumlusu

Sorunun amacının daha iyi anlaşılması ve öğretmenlerin kendilerini daha açık ifade edebilmesi için “Hayır” yanıtını veren öğretmenlere açık uçlu olarak “Nedenini belirtiniz?” sorusu yöneltilmiştir. Mesleğini yaparken kendisini mutlu ve huzurlu hissetmediğini belirtenlerin açık uçlu olarak belirttikleri ve kendi el yazıları ile yazdıkları nedenler şu şekildedir; “Mesleki saygınlık zedelendi”, “Ekonomik şartlar yetersiz, fiziki koşullar işimi zorlaştırıyor”, “Veli ve öğrenci profili değişti, eğitim değerini yitirdi”,  “Akademik ve ekonomik tatminsizlik yaşıyorum”, “Öğrenci düzeyi düşük, velilerin baskı var”, “Öğretmenlik yetkisi olmayan ancak sorumluluğu çok olan bir meslek”, “Maddi manevi doyum alamıyorum”, “Zorunluluktan yaptığım meslek”, “Ayrımcılık ve mobbing yapılıyor”, “Adaletsiz yapılan müdür ve müdür yardımcıları görevlendirmeleri”, “Günümüz sisteminde öğretmenlerin arka plana itilmesi”, “Sistemden kaynaklanan nedenler (sınıflar kalabalık, not sistemi)”, “Sürekli para toplanması isteniyor”…

Öğretmenleri meslek hayatında en çok rahatsız eden sorunlar

Araştırmaya katılan öğretmenlere kendilerini meslek hayatlarında en çok rahatsız eden sorunlar nedir diye sorulmuş ve soruda belirtilen birden fazla şıkkı önem sırasında göre 1’den 4’e kadar numaralandırmaları istenmiştir. Soruda yöneltilen ilk dört şık şu şekildedir;

( ) Maddi koşulların zorlaşması ve maaşların yetersizliği,

( ) Mesleki saygınlığın olmaması,

( ) Siyasi kadrolaşma ve artan baskılar,

( ) Eğitim politikalarının sürekli değişmesi,

Bu soruya verilen yanıtlara bakıldığında araştırmaya katılan öğretmenlerin üçte biri “Maddi koşulların zorlaşması ve maaşların yetersizliği” ile “Mesleki saygınlığın olmaması” yanıtlarını birbirine yakın oranlarda öncelikli sorun olarak görmektedir. Geçtiğimiz yıllar içinde öğretmenlerin ekonomik durumunda, sosyal ve özlük sorunlarına ciddi gerilemeler yaşanmıştır. Kamu emekçileri içinde satın alım gücü açısından bakıldığında öğretmenlerin ciddi anlamda bir gelir kaybı yaşadığı açıktır. Bugün öğretmenlere layık görülen maaşın yoksulluk sınırının yanına bile yaklaşmaması, araştırmaya katılan öğretmenlerin neden “Maddi koşulların zorlaşması ve maaşların yetersizliği” şıkkını birinci sorun olarak gördüklerini açıklamaktadır.

Araştırmaya katılan öğretmenlerden “Mesleki saygınlığın olmaması” yanıtını verenlerin büyük bölümünün hizmet yılı 16 yıl ve üzeri olan öğretmenler tarafından belirtilmiş olması önemlidir. 16 yıl ve üzeri kıdemi olan öğretmenler “Mesleki saygınlığın olmaması” şıkkını birinci önemde gördüklerini belirterek, bir anlamda AKP iktidarı ile birlikte öğretmenlik mesleğinin ciddi anlamda itibar kaybettiğini ifade etmektedirler. Gerçekten de öğretmenler, tarihin hiçbir döneminde AKP iktidarı döneminde olduğu kadar haksız ithamlara, hakaretlere maruz kalmamış, öğretmenlik mesleği hiç bu kadar büyük bir itibar kaybına uğramamıştır. Göreve gelen her bakan fırsat buldukça öğretmenlerin az çalıştığı, uzun tatil yaptığını iddia etmiş, her fırsatta öğretmenlik mesleğini “itibarsızlaştıran” ifadeler kullanmıştır.

“Siyasi kadrolaşma ve artan baskılar” ile “Eğitim politikalarının sürekli değişmesi” öğretmenlerin en çok şikâyetçi oldukları diğer konular olarak dikkat çekmektedir. Her ne kadar bu iki madde geri plandaymış gibi görünse de, açık uçlu sorulara verilen yanıtlar öğretmenlerin en büyük sorun olarak her dört maddeyi de önemsediğini göstermektedir.

Bu şıklara ek olarak açık uçlu yanıtları almak amacıyla “Diğer (Belirtiniz…..)” şeklinde bir ifade daha eklenmiş ve diğer sorunlar tespit edilmeye çalışılmıştır. Araştırmaya katılanların belirttikleri diğer sorunlar şu şekildedir; “İş güvencesinin kaldırılacağına ilişkin tartışmalardan endişe duyuyorum”, “Kurumlarda mobbing uygulanıyor”, “Çağın gerisinde kalan eğitim sistemi”, “Çeşitli toplumsal olayların verdiği moral bozukluğu”, “Meslek Liselerine gereken önemin verilmemesi”, “Öğretmen görüşlerinin dikkate alınmaması”, “Koşulların her bölgede aynı olmaması”, “Yöneticilerin eğitim emekçilerine karşı tarafsız olmaması”, “Anadilinde eğitimin olmaması”, “Ülkedeki savaş ortamı”, “Özlük haklarımızın iyileştirilmemesi”…

Çalışırken baskı ya da yönlendirme ile karşı karşıya kalıyorlar mı?

Araştırmaya katılan öğretmenlere “Çalışırken herhangi bir şekilde baskı ya da yönlendirme ile karşı karşıya kaldığınız oluyor mu?” sorusunu yönelttiğimizde katılımcıların yüzde 39’u çalışırken baskı ve yönlendirme ile karşı karşıya kaldığını belirtmiştir. Kıdem süresi azaldıkça bu soruya verilen yanıtlar belirgin bir şekilde değişmekte, özellikle 9 yıldan az mesleki deneyime sahip öğretmenler iş yerlerinde baskı ve yönlendirme ile karşı karşıya kaldıklarını belirtmektedirler.

Herhangi bir baskı ya da yönlendirme ile karşı karşıya kalmadıklarını belirten yüzde 61’lik kesimin ortak özelliği hizmet yılının 16 yıldan daha fazla, yani mesleki deneyime sahip öğretmenler olmasıdır. MEB’in siyasallaşmış yönetim kadroları mesleki deneyimi daha az olan öğretmenlere yönelik baskı ve yönlendirmeyi daha çok yapmakta, ancak deneyimli öğretmenlere yeterince baskı yapamamaktadır.

AKP iktidarı döneminde en yoğun siyasi kadrolaşma MEB’de yaşanmıştır. Özellikle eğitim yöneticilerinin belirlenmesi ve görevlendirilmesi sürecinde MEB bünyesinde tarihin en büyük tasfiyesi gerçekleşmiştir. Bugün okullarda görev yapan her 4 okul müdüründen 3’ü iktidara yakınlığı ile bilinen yandaş sendika üyesidir. Yeni okul müdürleri göreve başlar başlamaz, kendileri gibi düşünmeyen öğretmenleri baskı altına almaya çalışmakta, idareci olmalarının avantajlarını kullanarak öğretmenleri sendikalardan istifa ettirerek, kendi işaret ettikleri sendikalara üye olmaya zorlamaktadır.

Özellikle stajyer öğretmenlerin “iktidara yakın sendikaya üye olmaları, aksi takdirde asil olarak atanmalarının zor olacağı” söylenmekte, hatta bazı okullarda “Eğitim Sen’e üye olursanız öğretmenliği unutun” gibi açıkça tehdit içeren ifadeler kullandıkları yönünde çok sayıda şikayet sendikamıza iletilmiştir.

Öğretmenlere angarya işler yaptırılıyor mu? 

Öğretmenlere “Çalışırken size mesleğiniz ile ilgili olmayan angarya işlerin yaptırıldığını düşünüyor musunuz?” sorusunu yönettiğimizde yüzde 51,2’si bu soruya “Evet” yanıtı vererek, kendilerine angarya işler yaptırıldığını ifade etmiştir. Bilindiği gibi son yıllarda okullarda öğretmenlere görevleri dışında işler yaptırılmakta, bu durum geniş bir kesim tarafından tepkiyle karşılanmaktadır.

Bu soruda belirtilen “angarya işler”in neler olduğunu tespit etmek amacıyla “Evet” şıkkının yanına “Hangileri belirtiniz…” ifadesine yer verilmiştir. Bu soruya “Evet” yanıtını veren öğretmenlerin büyük bölümünün benzer örnekler vermesi dikkat çekicidir. En çok tekrarlanan angarya olarak “Nöbet”in yoğun bir şekilde belirtilmesi, geçtiğimiz süreçte öğretmenler açısından önemli bir gündem maddesi olan “Nöbet sorunu”nun hala ciddi bir sorun olarak devam ettiğini göstermektedir. İkinci olarak en çok tekrarlanan yanıt ise “Evrak işleri” olmuştur. Diğer angarya çalışma örnekleri ise katılımcılar tarafından şu şekilde ifade edilmiştir; “Performans”, “Sınav analizleri”, “MEB’in öğrenci veli anketleri”, “formlar”, “İKS”, “TKY”, “Ölçme değerlendirme işleri”, “Fotokopi, e-okul vb”, “Mesai saati dışındaki toplantılar”, “Keyfi görevlendirmeler”, “Kermes”, “Para toplama işleri”, “Sınavlarda zorunlu görev”…

Çalışma koşullarının gidişatı hakkında ne düşünüyorlar?

Araştırmamızın en dikkat çekici sonuçlarından birisi de “Meslek hayatınızı göz önünde bulundurduğunuzda, çalışma koşullarınızın gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusunayüzde 74,5 gibi (3.599 kişi) ezici bir çoğunlukla “Koşulların daha kötüye gittiğini düşünüyorum” yanıtını vermiş olmasıdır.

Araştırmaya katılan öğretmenlerin üçte ikisinin doğrudan çalışma koşullarının daha kötüye gittiğini belirtmiş olması önemlidir. Katılımcıların yüzde 13,6’sı (658 kişi) “Koşulların aynı olduğunu” ileri sürerken, sadece yüzde 7,3’ü (353 kişi) “Koşulların daha iyiye gittiğini düşünüyorum”; yüzde 4,9’u (237 kişi) ise “Koşullardan memnunum” yanıtını vermiştir. Katılımcıların yüzde 75’inin çalışma koşullarından memnun olmaması, özellikle eğitime yönelik politikalarının belirleyicisi ve uygulayıcılarına yönelik önemli bir eleştiri olarak değerlendirilebilir.

Ülkenin ve eğitimin geleceği hakkında ne düşünüyorlar?

 Araştırmada son soru olarak katılımcılara “Ülkenin ve eğitimin içinde bulunduğu koşulları göz önüne aldığınızda geleceğe güvenle bakabiliyor musunuz?” sorusu yöneltilmiştir. Araştırma sonuçları içinde en çarpıcı sonuç bu soruya verilen yanıtlarda ortaya çıkmıştır. Katılımcılarınyüzde 90,6’sı (4371 kişi) “Geleceğe güvenle bakabiliyor musunuz?” sorusuna “Hayır” yanıtını vermiştir.

Bu soruya “Evet” ve “Hayır” yanıtını verenlerin nedenini belirtmeleri istenmiştir. “Evet” yanıtını veren 451 kişi (yüzde 8,4) gerekçe olarak şu ifadelerde bulunmuşlardır; “Sağlam ve bilinçli bir nesil geliyor”, “Gençlere güveniyorum”, “Bu sistem Afrika’da dahi yok”, “Eğitime ayrılan yatırımın artması”, “Her şey güzel olur inşallah”, “Eskiye göre çok iyiye gittiğini düşünüyorum”, “Eğitim şartları iyileştiriliyor ve eğitime verilen önem artıyor”, “Gereken hızda olmasa bile daha iyi bir sisteme yönelim var”, “Daha bilinçli bireyler yetiştirildiğini düşünüyorum”, “Mutluyum”, “Biz insan yetiştirdiğimiz için umut her zaman var”, “İstikrarın belli düzenlemeleri sağlayacağını düşünüyorum”, “Devletime güveniyorum”…

“Hayır” yanıtını verenlerin çok büyük bir bölümünün üzerinde ortaklaştığı temel neden “Eğitim sisteminin sürekli değişmesi” ifadesi olmuştur. İkinci olarak en çok vurgulanan neden “Bilimsel ve laik eğitimden uzaklaşılması” gösterilmektedir. Diğer nedenler en çok vurgu yapılma sırasına göre şu şekildedir; “Eğitimin dinselleşmesi ve gericileşmesi”, “Tek tip öğrenci yetiştirilmesi”, “4+4+4’ün yarattığı tahribat ve okulların dönüşümü”, “Özel okullara ve dini eğitim veren kurumlara destek”, “Siyasi kadrolaşma”, “İş güvencemiz ve kazanılmış haklarımız tehdit altında”, “Şiddet ve baskının olduğu bir ülkede geleceğe güvenle bakmak mümkün değil”, “Eğitim kötüye gidiyor, işsizlik büyük sorun” “Ders kitaplarının içi boş öğrenciler için endişeleniyorum”, “Ayrımcılık”, “Eğitimin siyasileşmesi” “Eğitim politikalarının tutarsızlığı”, “Eğitime ve öğretmene önem verilmemesi”, “Eğitimde kutuplaşma, “Gelecek karanlık”, “Öğrencilere zorunlu dersler konusunda zorunlu yönlendirme yapılıyor”, “Kalabalık sınıflar, zorunlu seçmeli dersler”, “Eğitim politikalarının eğitimciler tarafından belirlenmemesi”, “Eğitimde güven ve huzur ortamı yok”, “Ülkenin giderek kutuplaşmasından endişeleniyorum”, “Farklı görüşlere saygı yok”, “Siyasi baskı ve eğitimin otoriterleşmesi”, “Eğitime ayrılan bütçe yetersiz”, “Çocukların yeteneği göz önünde bulundurulmuyor”, “Her şey sınava ve elemeye dayalı”, “Yeterince özgür değiliz”, “Eğitim siyasetin oyuncağı haline geldi”, “657 sayılı yasayı değiştirme hamleleri”, “Asimilasyon ve toplumsal linç kültürü”, “Eğitimde ezberciliğin sürmesi”, “Anlayışsız veli profili”…

Eğitim emekçilerinin sorunları giderek artmaktadır

Türkiye’de eğitim sisteminin yıllardır çözülmeyen sorunları, öğretmenleri ve diğer eğitim emekçilerini, diğer ülkelerdeki meslektaşlarına göre çok daha fazla olumsuz etkilemeyi sürdürmektedir. Türkiye’de öğretmenlerin yıllardır karşı karşıya oldukları güçlükler, hangi şartlarda çalışmak zorunda oldukları bilinmesine rağmen sorunlarına kalıcı çözümler üretmek için somut adımlar atılmaması kabul edilemez.

  • Türkiye’de çalışan öğretmenler, OECD ülkeleri içinde en çok çalışan, en düşük maaş alan öğretmenler arasındadır.
  • Öğretmenlerin yüzde 80’i geçinebilmek için ek iş yapmak zorunda bırakılmış, üçte ikisi borçlanarak hayatını sürdürmek zorunda kalmıştır.
  • Öğretmenler, sık sık değişen eğitim politikaları nedeniyle siyasi iktidarın ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın elinde adeta oyuncak haline getirilmiştir.
  • Öğretmen açıkları sorununa kalıcı çözümler üretilmeyerek 300 bini aşkın işsiz öğretmenin ataması yapılmamış, bugüne kadar 40’ı aşkın işsiz öğretmen resmen intihara sürüklenmiştir.
  • Eğitimde benimsenen esnek çalışma uygulamaları ile aynı işi yapan farklı statülerde öğretmen istihdamını gündeme gelmiş, kariyer basamakları ve performans değerlendirme uygulamaları eğitim emekçilerini birbirine rakip haline getirmiştir.
  • Eğitime bütçeden yeterli pay ayrılmaması nedeniyle öğretmenler öğrencilerden çeşitli adlar altında para toplamaya zorlanan birer “tahsildar” durumuna düşürülmüştür.
  • Öğretmenlerin büyük bölümünde angarya çalışma ve iş yükü artışına paralel olarak meslek hastalıklarında artış yaşanmakta, özellikle 4+4+4 sonrasında yeni sorumluluklar yüklenerek angarya çalışmaya zorlanmaktadır.
  • Demokratik haklarını kullandıkları ve sendikal çalışmalara katıldıkları için her yıl çok sayıda öğretmen soruşturma geçirmekte, sürgün ve cezalarla karşı karşıya kalmaktadır. Her fırsatta Eğitim Sen üyelerine soruşturma açılmakta, bazıları hakkında sürgün, maaştan kesim cezaları hatta memuriyetten çıkarma cezaları verilmekte, bu tür keyfi cezaların tamamına yakını yargıdan dönmektedir.
  • Hizmetli ve memurların yaşadığı ekonomik ve özlük sorunlar da yıllardır görmezden gelinmekte, tıpkı öğretmenler gibi hizmetli, memur, teknik ve idari personel de sorunlarına kalıcı çözümler üretilmesini talep etmektedir.

Eğitim ve bilim emekçilerinin yıllardır yaşadığı sorunlar karşısında sesini yükseltmesi, alanlara çıkarak sorunlarına çözüm araması, siyasi iktidarı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nı fazlasıyla rahatsız ettiğinin farkındayız. Kendisine muhalif her sesi, her düşünceyi bastırmak isteyenlerin, Türkiye’nin çeşitli illerinde sendikamıza ve üyelerimize yönelik idari ve siyasi baskılarını arttırması bizler için tesadüf değildir.

Siyasi iktidarın eğitimin ve ülkenin geleceğini olumsuz etkileyecek her türlü müdahalesine karşı, yıllardır savunduğumuz taleplerimizi dillendirmeye ve sonuç alıncaya kadar mücadele etmeye devam edeceğimiz bilinmelidir.

 Eğitim Sen olarak taleplerimiz;

Öğretmenler günü olarak 12 Eylül ürünü olan 24 Kasım değil, Dünya Öğretmenler Günü olan 5 Ekim tarihi esas alınmalı, öğretmenlere hak ettiği değer verilmelidir.

  • Başta insanca yaşayacak ücret talebimiz olmak üzere, eğitim emekçilerinin bugüne kadar yaşadığı ekonomik mağduriyetler giderilmeli, son 13 yıl içinde satın alım gücümüzdeki azalmayı telafi eden adaletli bir ücret artışı sağlanmalıdır.
  • Ek ödemelerin tamamı temel ücrete ve emekliliğe yansıtılmalı, vergi dilimi uygulaması sabitlenerek ücretlerde yaşanan erimenin önüne geçilmelidir. Ek ders ücretleri günün şartlarına uygun bir şekilde yeniden düzenlenmeli ve en az iki kat arttırılmalıdır.
  • Eğitim-öğretim yılı başında öğretmenlere yapılan eğitim-öğretime hazırlık ödeneği, her dönem başında olmak üzere yılda iki kez olmalı ve bütün eğitim ve bilim emekçilerinin yararlanması sağlanmalıdır.
  • Eğitimde esnek, kuralsız ve angarya çalışma uygulamalarına son verilmeli, performans değerlendirme ve iş güvencemizi hedef alan girişimlerden tamamen vazgeçilmelidir.
  • Hizmetli ve memurlara özel hizmet tazminatı ödenmelidir.
  • Kamu emekçilerinin grevli toplu sözleşme hakkı önündeki engeller kaldırılmalı, gerçek bir toplu sözleşme düzenin yaratılması sağlanmalıdır.
Son Düzenlenme Pazartesi, 23 Kasım 2015 15:06

Adana Valiliğinin üyelerimize vermiş olduğu cezadan dolayı açmış olduğumuz davada Adana 1. İdare Mahkemesinin kararı. Eğitim Sen Eğitim ve Bilim Emekçileri ile bu sendikanın bağlı olduğu Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) üyesi ve Eğitim-Sen Adana şubesi yönetim kurulu üyesi olan davacının 14-15/06/2013 tarihinde Taksim Gezi Parkı ile ilgili cebir ve şiddet içermeyen toplantı ve yürüyüşe katılmasının hem iç hukukun bir parçası olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin "Dernek kurma ve toplantı özgürlüğü"nün düzenlendiği 11 .maddesinde belirtilen "asayişi bozmayan toplantılar"a katılma olarak kabul edilmesi ve hem de demokratik bir hak olan sendikal faaliyet kapsamında değerlendirilmesi gerektiğinden, disiplin suçu teşkil etmeyen eylem nedeniyle davacıya 657 sayılı Kanunun 125/A-e maddesi uyarınca uyarma cezası verilmesine ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, dava konusu işlemin iptaline karar verilmiştir.

 

Mahkeme Kararı İçin Tıklayın

 

Son Düzenlenme Pazartesi, 23 Kasım 2015 14:33

SESSİZ KALDIKÇA SAVAŞ BÜYÜYOR, SESİMİZE SES GÜCÜMÜZE GÜÇ KAT

 Kadın ve trans katliamlarının bir cins kırımına dönüştüğü, kadına yönelik şiddetin ve transfobinin gittikçe boyutlandığı bir dönemden geçiyoruz. Bugün aynı zamanda 20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü. Evlerinde, sokaklarda, parklarda şiddet gören, öldürülen, intihara sürüklenen eşcinsel ve travestilere yönelik bu saldırılar nefret cinayetleri kapsamına alınmalıdır.

 Erkek egemen yargının adeta ödül gibi cezalar verdiği bu süreçte akıllara zarar “saygın tutum ve aşırı tutku derecesinde sevgi indirimi” gibi tarihe geçen uygulamalarla karşı karşıyayız. Aynı yargı Nevin, Çilem gibi tecavüzcüyü öldüren, öz savunma yapan kadınlara ise ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteyecek kadar aymaz. Bu tutum kadınlara dönük şiddeti pekiştiren, katillere güç veren bir devlet geleneği haline geldi.

 Suruç aileleri 123 gündür adalet arıyor. Davaya dair en ufak bir gelişme yok. Ankara’nın ise 40. Günü. Tam tersi katliamlardan sonra Suruç ve Ankara yaralıların evlerinin şafak operasyonlarıyla basıldı. Suruç ve Ankara katliamlarını kınayan kamu emekçilerinin görevden men edilmesi, Ankara katliamında yaralılara yardım edenlere ise soruşturmaların açılması gösteriyor ki katliamları unutturmak ve üstünü kapatmak istiyorlar. Ancak bizler bir kez daha belirtiyoruz ki katilleri tanıyoruz, unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız.

 Öte yandan Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamı soruşturmalarında somut adımların atılmaması, dosyalarda gizlilik kararlarının olması, Ankara ve Suruç katliamında kaybettiklerimizin ve yaralılarının eşyalarının avukatlarına verilmeyerek “kendileri alsın” denilmesi, aslında devletin ve sarayın ezilenlere dönük savaşının da büyüdüğünün göstergesidir. Soruşturmada hiçbir gelişme olmamasının yanında dün ne yazık ki Ankara saldırısında yaralananlardan bir arkadaşımızı daha kaybettik ve ölü sayısı 101'e çıktı.

 

 Silvan'da, Cizre'de, Nusaybin'de devlet şiddetinin, polis ve asker ablukası ile halka hayatı dar ettiği, kadınların, evlerinin önünde öldürüldüğü, çocukların ölü bedenlerinin buzdolaplarında saklanmak zorunda kalındığı korkunç bir şiddet ortamında yaşamaya mahkûm ediliyoruz. Saray ve AKP, anti demokratik seçimle iradesini kıramadığı Kürt halkını şimdi bombalarla, şehir savaşında katletmek, imha etmek istiyor. Yine birçok ilde KCK operasyonları adı altında gözaltına alınan kadınlara cinsel saldırılar artıyor. Dilek Doğan’ın polislere “galoş giyin” demesi üzerine evinde vurularak öldürülmesi devletin direk olarak örgütlü ve bilinçli bir şekilde bu saldırılara ortak olduğunun göstergesidir. Hükümetin adına “kamu güvenliği” dediği bu operasyonların batıdaki kadınlar tarafından bir öfke seline uğraması da çeşitli yöntemlerle engelleniyor.

 

 Bugün Ekin Wan, Nevin ve Çilem şahsında tüm direnen kadınlara sahip çıkmak, nefret cinayetlerinde katledilen transların, öz savunma hakkını kullanan kadınların sesi olmak ve başta Diyarbakır, Suruç ve Ankara olmak üzere tüm katliamlara karşı ses çıkarmak, kaybettiklerimizi anmak için buradayız.

 

Buradan tüm kadınlara ve LGBTİ’lere sesleniyoruz.  Sessiz kaldıkça savaş, kadın katliamları ve nefret cinayetleri çığ gibi büyüyor. Barışın sesini daha güçlü haykırabilmek için nerede olursan ol ses çıkar, katliamlara sessiz kalma 25 Kasım’da yapacağımız yürüyüşe güç ver.

 

                                                                             ADANA KADIN PLATFORMU

20 Kasım “Dünya Çocuk Hakları Günü” Kutlu Olsun

20 Kasım

Birleşmiş Milletler’in 20 Kasım 1959’da Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni kabul etmesinin 56. yılını geride bıraktık. Taraf ülkeler bu sözleşmeyi hazırlarken çocuğun kişiliğinin tam ve uyumlu olarak gelişebilmesi için mutluluk, sevgi ve anlayış havasının içindeki bir aile ortamında yetişmesinin gerekliliğini kabul etmişlerdir. Ayrıca çocuğun toplumda bireysel bir yaşantı sürdürebilmesi için her yönüyle hazırlanmasının ve özellikle barış, değerbilirlik, hoşgörü, özgürlük, eşitlik ve dayanışma ruhuyla yetiştirilmesinin gerekliliğini savunmuşlardır.

Türkiye bu sözleşmeye taraf olmasına rağmen çocukları koruyamamakta tersine devlet eliyle çocuklar katledilmektedir. Bu süreç içerisinde Cemile, Muhammed, Diyadin’de öldürülen çocuklar… Öte yandan Ceylan Önkol ve Uğur Kaymaz davalarının sonuçları da çocuk ölümleri karşısında yargının tutumunu açıkça göstermektedir.

Diğer yandan AKP Hükümeti döneminde operasyon, yaralanma, ölüm, linç, şiddet, etkisiz hale getirmek söylemi günlük yaşamın bir parçası haline getirilmiş durumda. Öfke, nefret, kin ve intikam almaya dayalı kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı politika ve uygulamalar çocuklar arasında duygusal kopuşların, şiddet ve nefretin yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Yaşanan gelişmeler çocukların ruhsal gelişimlerini, eğitim ve sosyal yaşamlarını doğrudan etkilemektedir.

MEB’in 2014-2015 istatistiklerinde net okullaşma oranları; okul öncesi eğitimde 5 yaşta %53,78, ilkokulda 98,30, ortaokulda 94,35, liselerde 79,37 oranında olduğu bilgisi yer almaktadır. Bütün okul türlerinde 5-17 yaş yüzde yüz okullaşma için okul dışında görülen %18.5’lik çağ nüfusunun eğitim sistemine dahil edilmesi gerekmektedir. Bu sayısal olarak 1,7 milyon çocuk anlamına gelmektedir. Açık öğretime devam eden 1,8 milyon çocuğu bu sayıya eklediğimizde yaklaşık 3,5 milyon çocuğun okul ortamlarında öğretmenler ile yüz yüze eğitim olanaklarından yoksun olduğu sonucuna ulaşıyoruz.

Yine MEB 2014-2015 istatistiklerinde özel eğitime ihtiyaç duyan ve bu eğitimin verildiği çocuk sayısı toplamı 259 bin 232 olarak saptanmıştır. Bu sayılar okul öncesi eğitimde 1935, ilkokul ve ortaokullarda 215 bin 515, ortaöğretimde ise 41 bin 780’dir.

Türkiye’de eğitim sisteminin müfredat, ders kitapları ve uygulama alanları itibari ile çocukların, renk, etnik köken, dil, din ve inanç ayrımcılığına uğratıldığını biliyoruz. Özellikle Kürt, Alevi, Roman ve yoksul çocuklar ile diğer etnik ve inanç kökenine sahip çocuklar ayrımcılık hal ve uygulamalarını açık veya örtük tutumlara maruz kalarak yoğun bir şekilde yaşamaktadır.

2014 yılında yaşamını yitiren 1886 işçinin 54’ü çocuk işçidir (19’u 14 yaş ve altı, 35’i 15-17 yaş arası). Yine 2014 yılında ölen işçilerin yüzde 3,4’ü çocuk işçilerden oluşuyor. Hayatını kaybeden her 30 işçiden birisi yoksulluktan dolayı çalışan çocuk işçilerdir. Çocuk işçiler güvencesiz işçi havuzunun önemli bir kaynağıdır ve çocuk işçi cinayetleri oranının artacağı da aşikârdır.

Ortaya çıkan tablo Türkiye’de çocuk haklarının sadece kağıt üzerinde yazılı olduğunu ortaya koymaktadır. Başta yaşam hakkı olmak üzere ne yazık ki Türkiye’de çocuklar en temel haklardan yoksunlar.

Aradan geçen onca yıla karşın dünyada ve ülkemizde çocukların “hak”lar bakımından en fazla mağdur edilen kesim olduklarını bilmenin burukluğu ile tüm çocukların “Dünya Çocuk Hakları Günü”nü kutluyoruz.

Son Düzenlenme Cuma, 20 Kasım 2015 20:31

Geçtiğimiz 13 yıl içinde günlük hayatın her alanında olduğu gibi, çalışma yaşamına yönelik olarak da çok sayıda yasal düzenleme yapıldı. Kamu ve özel sektör çalışma ilişkilerinde esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma uygulamaları “iki adım ileri, bir adım geri” taktiği uygulanarak birer birer hayata geçirildi.

Haklarımıza ve İş Güvencemize Sahip Çıkalım!

Kamuda esnek, performansa dayalı ve güvencesiz çalışma ile ilgili gerekli alt yapı geçtiğimiz yıllarda hazırlanıp, kamu hizmetleri büyük ölçüde ticarileştirildikçe, kamu istihdamının sağladığı iş güvencesi ve bu güvenceye sahip olan kamu emekçileri yeni hedef haline geldi.

AKP’nin 2002’den bu yana 4. kez tek başına iktidar olmasının ardından 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda (DMK) yapılması planlanan değişikliklerin önümüzdeki günlerde tozlu raflardan indirilmesi planlanıyor.

Hükümetin personel sistemini istediği gibi değiştirmesi için hem koşullar hem de aktörler hazır bekliyorlar. 1 Kasım seçimlerinin hemen ardından “Başkanlık sistemi” tartışmalarına paralel olarak konunun yeniden gündeme getirilip tartışmaya açılması, AKP’nin en bildik taktik manevralarından birisi. Kamuoyunun tepkisini ölçüp ona göre saldırının içeriği ve şiddetini belirleyecekler. AKP, pusuya yatmış gerekli adımları atmak için uygun zamanı bekliyor.

Esnek çalışma biçimlerinin kamu istihdamı içine fiilen taşınması, statü rejimine tabi kamu istihdam ilişkilerini ve onun sağladığı avantajları tamamen tasfiye etmeyi amaçlarken, yerine güvencesizliği esas alan istihdam biçimlerine geçilmesinin planları yapılıyor.

Kamu hizmetleri hızla ticarileştirilip, özelleştirilirken bu hizmetleri sunanların statülerinin eskisi gibi kalmasının mümkün olmadığı, bu nedenle kamu personel sisteminin değiştirilmesi gerektiği belirtiliyor.

Bugüne kadar kamu personel sistemi ile ilgili olarak gündeme getirilen yasa tasarılarını, esnek ve güvencesiz çalışma uygulamalarını göz önünde bulunduracak olursak önümüzdeki dönemde kamu emekçilerini hangi tehlikelerin beklediğini bugünden görebilmek mümkündür;

  • Her bir kamu emekçisinden hali hazırda yaptığı iş dışında, başka ve değişik işler yapabilmesi sağlanacak. Bugün pek çok işkolunda fiilen uygulanan bu durum yasal hale geldikten sonra, iş yükü en az iki kat artacak. Kamuda verimlilik esas olacağından kamu yönetimi, daha az kişi ile daha çok iş yapmayı hedefleyecek ve bu hedefler, tıpkı fabrikalarda olduğu gibi performans değerlendirme uygulaması ile sürekli artacak.
  • Bulunduğu yerdeki görev tanımına uygun işleri yapan kamu emekçileri, tanımlanmış görevlerinin dışındaki işlere de kaydırılarak, tıpkı “ödünç işçilik” uygulamasında olduğu gibi kurumlar arasında “ödünç” alınıp verilebilecek. Böylece kamu emekçileri üzerinden hem işlevsel esneklik (bir kişiye birden çok iş yaptırma), hem de sayısal esneklik (daha az kişi ile daha çok iş yapmak)söz konusu olacak.
  • İş güvencesi açısından memur sayısı asker, polis, hakim ve savcı ile sınırlı tutulurken, kamu istihdamında güvencesizlik esas hale gelecek. Mevcut kamu emekçilerinin ödev, hak, yetki ve sorumlulukları, göreve alınma, hizmet şartları ve şekilleri, mali ve sosyal hakları zaman içinde yavaş yavaş sınırlandırılacak. Zaman içinde kamuda kadrolu çalışma istisna, güvencesiz çalışma kural haline gelecek, kamu emekçilerinin büyük bir kısmı iş güvencesiz ve sözleşmeli olarak istihdam edilecek.
  • Sözleşmeli ya da ücretli olarak çalışanların aylık ücretlerinde ve sigorta primi ödemelerindeki azalmalar nedeniyle emeklilik hayal bile edilemeyecek. Çalışması tam zamanlı olarak kabul edilmeyen çok sayıda kamu emekçisinin, mevcut ekonomik ve özlük hak kayıplarının yanı sıra, sigorta, sağlık ve sosyal güvenlik kazanımlarında da ciddi kayıplar söz konusu olacak.

Bugüne kadar kamu istihdamında adım adım hayata geçirilen değişikliklerin ortaya çıkardığı en temel sonuç, önümüzdeki dönemde kamu personel sisteminin iç örgütlenmesini örgütlü, sosyal ve özlük hakları olan, iş güvencesine sahip kamu emekçileri ile sürdürülmek istenmediğini gösteriyor.

Artık kamu istihdamında daha esnek, savunmasız, iş güvencesi gösterdiği bireysel performansa bağlı olan, istendiği zaman “en az maliyetle” kolaylıkla kapı önüne konulabilecek iktidarın uygulamalarına itiraz etmeyen “itaatkâr memur” tipi yaratmak.

Kamu personel sisteminde yaşanacak muhtemel değişiklikleri sadece kamu emekçilerini değil, kamu hizmetlerinden yararlanan milyonlarca yurttaşı da yakından ilgilendiriyor. Bu noktada sendikaların kurulduğu ilk günden bu yana savunduğu kamu hizmetlerinin herkese eşit ve parasız olarak ulaştırılması için kamu hizmetini yürütenlerin ve bu hizmetten yararlananların ortak tepkisini örgütlemek ve iş güvencesine sahip çıkmak büyük önem taşıyor.

Kamu emekçilerinin kazanılmış haklarını elinden almayı hedefleyen tüm girişimlere son verilmeli, taşeron, sözleşmeli ve geçici istihdam biçimleri yasaklanmalıdır. Herkese iş ve güvenceli çalışma ortamı sağlanmalıdır.

En temel haklarımıza yönelik olarak başlatılan saldırılar karşısında sessiz kalmayacağımız, iş güvencemizi hedef alan girişimlere karşı tüm gücümüzle direneceğimiz bilinmelidir.