Eğitim-Sen Adana

Eğitim-Sen Adana

In sodales tellus ac erat malesuada ac viverra lectus tempor.

Web site URL: http://www.joomlart.com/

Edebiyat çevreleri, Nobel ödüllü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez'in hastalığı nedeniyle yaşamının son günlerinde inzivaya çekilmiş ve yakın dostlarına aşağıda değişik dillere çevrilen ve hayata dair yazdığı yaşam manifestosu niteliğindeki mektubunu yayınlamıştır.  Benim nobel ödülü yazar olarak okuduğum vede çok beğendiğim,Yüzyıllık  Yalnızlık,  Aşk ve Öbür Cinler, Kırmızı Pazartesi, Bir Kaçırılma Öyküsü, Albaya Mektup Yazan Kimse Yok, Kolera Günlerinde Aşk, kitapları Latin yazarın dünya edebiyatına kazandırdığı önemli eserler.

Yazar yakalandığı hastalığı nedeniyle  kaleme aldığı mektup, içerik ve bizlerin hayata bakış açısını şekilendirmesi bakımından incelemeye değer niteliktedir.

 

Gabriel’in mektubu:

“Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup, can vererek beni ödüllendirse; aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm.Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı düşünürdüm.

İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır.
Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim.
Başkaları uyurken, uyanık kalmaya gayret ederdim.
Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım.
Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım.
Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı, nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin kendini göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenadlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek, dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.
Tanrım bir yudumluk yaşamım daha olsaydı…
Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım.
Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır.
Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım.
Yaşlılara ise, ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.
Ey insanlar sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim.
Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim.
Yeni doğan küçük bir bebeğin babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim.
Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak.

Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim.
Mutsuz bir şekilde…
Artık ölebilir miyim?”

 

Gabriel takma adı ile Gabo dün hayata gözlerini yumdu.

 

Tecrübesinden Yararlanmasını Bilmek Gerekir.

Yaşını başını almış, iyi eğitimi, bilgi bikrimi en üst düzeyde olan ve Nobel ödülü almış Gabriel Garcia Marquez türü kişiliklerin yaşam tecrübesi insanlık için en büyük öğretidir. Sanat ve yazın türü kişilikler genelde geniş hayal gücüne sahip oldukları için sistemi bir bütün olarak görebilme yeteneğine sahiptirler. Bugün bilimin bu denli gelişmişliği ve buluşların birçoğu hayallerin geçeğe dönüştürülmesi sonucu geçekleşmiştir. Albert Einstein “hayal etmek bilmekten daha önemlidir” der.

87 yaşındaki Marquez'in "Artık ölebilir miyim" diyerek, "Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... Aşk içinde yaşardım" diyor. Yaşamı anlamaya çalışan biz insanlar için ölüm bilincini içselleştirmiş ve buradan kaçışın olmadığını yaşayarak öğrenmiş ve öğrendiklerini de billurlaştırarak bizlerin yararına sunan bu tür değerleri ve önerileri kaçırmamak gerekir.

Yazarın belirttiği “Ey insanlar sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim” ifadesi beni en çok etkileyen cümlelerden biridir. Yaşamıma yön veren çok sayıda insan oldu. Hepsinden iyi veya kötü bir şey öğrendim. Sosyolog Prof. Dr. Emre Kongar’ın “Herkesten Bir Şey Öğrendim” adlı kitabı aynı şekilde öğreticidir. Sayın Kongar “Öğrencilerimden, okurlarımdan, izleyicilerimden, çocuklarımdan, torunlarımdan öğrenmeye devam ediyorum. Çalışıyorum, okuyorum, yazıyorum, ders veriyorum ” diyor. Yaşamın kendisi, bir bütün olarak deneme yanılma ve karşılıklı öğrenmeyi ve birçok çelişkinin bileşkesini içeriyor. Hani derler ya “kötü den de öğrenilecek bir şey vardır, çünkü o şey, iyinin anlaşılması için emsal oluşturur”. Bazen birileri sizi kötülüğüne eleştirebilir, size kızabilir, düşmanca yaklaşabilir, ancak bundan yararlanmasını bilmek gerekir. Eleştiriden ders çıkarmak gerekir. Sizi eleştiren, sizin de bir eksiğinizi size hatırlatmış olmakla, size iyilikte bulunur.

Gabriel’in belirttiği “Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim” ifadesi bu anlamda önemlidir. Eğer gerçeği anlayabilirsek mutluluğu yakalar, hayatımızı diğer insan ve canlılar ile doğada barış içinde geçirebiliriz. Bazıları bazen gerçekten çok zalim oluyor, çıkarı için her yolu mübah gören çok sayıda kişi ile karşılaştık. Hele bir de bu kişiler, yetenekleri ve işlevi ile sizden gerideyse kendilerini kabul ettirmek için çok daha zorlu kişiler olabiliyorlar. Ancak bundan da ders çıkarmak ve Gabriel’in yine belirttiği gibi “Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı, nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin kendini göstermesini beklerdim” ifadesine uygun davranmak gerekir.

 

İyi İnsan Bile Eğer Yanlış Zeminde ise Kötü İnsan Olabilir

Türkiye’nin yetiştirdiği mimar, kültür insanı ve bilge Doğan Kuban, CBT dergisinin köşesinde (CBT 1407, 7 Mart 2014) “Para ve iktidar kavgası uygarlığın çare bulamadığı en iğrenç insan hastalığıdır. Türkiye de bu çukurdadır. Dünya tarihinde ne bir bilge ne de bir filozof insanoğluna para ve iktidarı tavsiye etmedi. Fakat insanlar ne bilgeleri ne peygamberleri ne de filozofları dinledi; şeytanın avukatı ya da hayvan olmayı yeğledi. Bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz” diyor.

İnsanlığın binlerce yıllık tarihi içinde besin sağlamak için kendi aralarında verdikleri savaş, doğal olarak temel ihtiyaçlar (beslenme, sürdürülebilirlik (seks) üzerine kuruludur. Ancak insan çoğu zaman ihtiyacın üzerinde büyük bir açgözlülükle ölümüne seks, güç ve para için savaş veriyor. İnsanların çıkarları ve güç ilişkileri, bazen insanı kötü insan yapabiliyor. Ancak sonunda insanın bu kadar gürültü patırtıya rağmen sonunda geldiği gibi dünyayı terk ettiğini yaşayarak görüyoruz. Tabii bazıları da yaşamları boyunca dünyada olup biteni işin arka planında yaşananları anlamadan geçip gidiyorlar. Bazıları da yaşamın ana öğelerini erkenden algılayarak, sınırlar ve sorumluluklar bilinci içinde başkalarının hakkına ve hukukuna saygı duyarlar. Bilinçli yaşayan insanlar diğer canlıların da yaşam hakkına saygı duyarak, doğada herkese barınma ve beslenme için yer olduğu özgüveni ile daha barışçıl yaşayabilmektedirler. Tabii bu kolay olmuyor, fen okuryazarlığı olan, sağlam doğa ve tarih bilinci yanında felsefe ve mantık eğitimi ile insan ancak bilinçlenir. Bilimsel normlardan uzak eğitim ile insanlık hiçbir zaman yaşamı anlayamayacağı gibi mutluluğu da yakalayamayacaktır. Newton en büyük kitap “Doğadır” diyordu. Gabriel’in ölümü öncesi mektubunda belirtikleri doğada yaşam ve birlikte yaşamın ana hatlarını yeniden hatırlatıyor.

Bir insanın günlük ihtiyacı bir ekmek, bir litre süt, iki meyve ile giderilir. Bir insanın işi gücü varsa, minimum ihtiyaçlarını gideriyorsa, akıl sağlığı yerindeyse, eşi dostu varsa, ailesi ile sağlıklı ve mutluysa gerisi nedir diye sormak gerekir. İnsanlığın bu tecrübesi önemlidir.

Keşke insanlar, Gabriel gibi yazar, bilgin, filozofları dileseydi. Sanırım dünya şimdikinden çok daha yaşanır olurdu. Yaşamı anlamamıza kültürel birikimi ile katkı sunan Gabriel Garcia Marquez’a ve diğer katkı sunan isimli ve isimsiz tüm kahramanlara saygılar.

REHBERLİK EDEN, ÖĞRETEN VE ÜRETEN KÖY ENSTİTÜLERİ

YazdırPDF

REHBERLİK EDEN, ÖĞRETEN VE ÜRETEN KÖY ENSTİTÜLERİ

Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardı. Tamamen Türkiye'ye özgü olan bu eğitim projesi 28 Aralık 1938 tarihinde milli eğitim bakanı Hasan Ali YÜCEL tarafından bizzat yönetildi.

Neredeyse tüm Anadolu'nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği göz önüne alınarak dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali YÜCEL tarafından İsmail Hakkı TONGUÇ'un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular. Okuma yazma oranı Cumhuriyet ilk kurulduğu yıllarda %5 bile değildi. Bunun yanında nüfusun %80'lik bölümü köylerde yaşıyordu. Köy Enstitüleri'nin kurulması ve yaygınlaşması konusunda pedagoji uzmanı Halil Fikret Kanad'ın önemli çalışmaları vardı. Kanad o dönemde; “zorunluluktan değil özveriyle öğrenci yetiştirecek köye göre öğretmen” fikrini savunmuştu.

 

Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanlığı döneminde dünya klasiklerini Türkçeye tercüme ettirmişti. Köy enstitüleri öğrencileri her sene 25 tane klasik romanı okumakla yükümlüydü. Bu sayede zeki köy çocuklarından engin entelektüel birikimleri olan aydınlar oluşuyordu. Bu aydın köy öğretmenleri en az bir tane müzik aletini çalmasını da öğreniyordu. Aşık Veysel köy enstitülerinde müzik derslerinde öğrencilere bağlama çalmasını gösteriyordu.

Sabahın erken saatlerinde uyanan öğrenciler kızlı ve erkekli zeybek ve halk oyunları oynayarak sabah sporlarını da yapmış oluyorlardı. Daha sonra kahvaltı ardından zorunlu okuma saati vardı. Kahvaltıyı kendilerinden önce kalkıp fırında ekmek pişiren öğrenci arkadaşları hazırlıyordu.

Bu bakımlardan köy enstitüleri yaparak öğrenim konusunda dünyada benzeri görülmemiş bir örnek oluşturmuş ve birçok akademik inceleme ve araştırmaya örnek olmuştur.

Enstitülerde hazırlanan programlar, toplumun sanat ve kültür hayatına katkıda bulunulması amacıyla çevre il ve köylere de götürülerek sergilenmiştir.

1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Enstitüleri açıldı. Türkiye'de seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de modern tarım tekniklerini öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %50'lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi.

Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal… gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdi

Köy Enstitülerine yöneltilen ve kapatılmaları ile sonuçlanan belli başlı eleştiriler birkaç ana başlık altında toplanabilir. Enstitülerde öğrenciler tek tip üniforma giyiyordu ve enstitü müdürü bile buna uyup aynı üniformayı giyiyordu. Öğrenciler bizzat yönetime katılıyorlardı. Bu ve benzeri sebepler ile enstitülere komünistlik suçlamaları yapılıyor arada bir ihbar mektuplarını dikkate alan polisin baskınlarına uğruyordu. Kız öğrencilerin erkek öğrenciler ile karma eğitim görmesi sonu gelmez dedikodulara neden oluyordu. Öğrencilerin boğaz tokluğuna öğrenim görecekleri kendi okullarının inşasında çalıştırılmaları eleştirilmekteydi. Köylere atanan öğretmenler yörenin toprak ağalarıyla sorunlar yaşıyorlardı. Bu geçimsizlikler köy öğretmenlerinin toprak ağalarının seçtirdiği milletvekillerine şikâyet olarak ulaşıyordu. Bu durum toprak sahiplerinin durmaksızın Ankara'ya baskı yapmalarına neden oluyordu. Sonuç olarak göstermelik bahanelerin dışında bu aydınlanma projesi yerli ve yabancı sermayenin düzenini bozacağı için baskılar sonucu 1954 yıllından Köy Enstitüleri tümden kapatılmıştır.

Bu gün ise 12 yıllık AKP iktidarı kendi siyasal, ideolojik ihtiyaçlarını karşılamak üzere 5 ayrı bakanla eğitimin genel dokusuyla her seferinden oynamış, kamusal, parasız, bilimsel ve laik eğitimden uzaklaşarak, eğitimde özleştirmeyi hızlandırılmıştır. Yüz binlerce öğretmenin işsiz kalmasına, ekonomik sorunlarla boğuşan ve toplumdaki itibarı en çok zedelenen mesleklerden biri haline gelmiştir.

AKP; talebimiz olan kamusal, parasız, bilimsel, laik ve anadilinde eğitim yerine gerici, ırkçı, cinsiyetçi bir müfredatla bilimsellikten ve pedagojiden yoksun bir şekilde eğitimi tümden paralı hale getirmiştir.

Eğitim Sen olarak köy enstitülerin kuruluşunun 74. yılında, aydınlama ateşini taşıyan, demokratik öğretmen hareketinin ülkemizde gelişmesine büyük katkılar sunan tüm Köy Enstitülü eğitim emekçilerine şükranlarımızı bir kez daha iletiyoruz.16.04.2014

Şube Yürütme Kurulu Adına

Ahmet KARAGÖZ

Şube Başkanı

Dünya Su Günü Etkinliği

TMMOB Adana İKK tarafından 22 Mart Dünya Su Gününde, Taşköprü üzerinde, etkinlikle desteklenen basın açıklamamız olacaktır.

Desteklerinizi ve katılımınızı bekliyoruz. Saygılarımızla

 

Nazım Biçer

TMMOB Adana İKK Sekreteri

DÜNYA SU GÜNÜ ETKİNLİĞİ:

Yer: Taşköprü

Tarih: 22 Mart 2014 Cumartesi

Saat: 16.00

Türkiye’nin gündemi o kadar yoğun ki çoğu zaman insanı bunaltıyor. Üniversitelerin içinde bulunduğu hantal yapı ve olaylara sessiz kalması insanın ruhunu sıkıyor. Baharın gelişi ile doğanın sunduğu güzellikler bütün canlılığı ile her an gözümüzün önünde ama bu ağır ve verimsiz hengâme içinde bu renkliliği bile çoğu kez göremiyoruz. Ancak üniversitemizi ziyaret edenlerin kaçmıyor gözünden, yerleşkenin doğasından hep övgü ile bahsediyorlar.

 

Balcalı Güzelleri Belgelendi: Kelebekler

Baharın bu coşkulu günleri Balcalı kampüsünün tadına doyulmuyor, enfes rengârenk çeşitli desenleri ve değişik kokuları büyüleyici oluyor. Akşamüstü kampüste yapılacak kısa bir gezinti gerçekten insan farklı bir dünyanın kapılarını açıyor.

Üniversite alanında soyu tükenme noktasına gelen bazı hayvan ve bitki türleri de bulunmaktadır. Üniversite yerleşkesi tam bir botanik bahçesi. Adana Eczacılar Odası kampüste bir “Tıbbi Bitkiler” bahçesi kurmak istiyor. Çok önemsedim. Prof. Dr. Cengiz Darıcı kampüsteki bitkilerin bir kısmının envanterini çıkardı. Çok memnun olum. Gönlüm ister ki yerleşkedeki bitkilerin kimlik kütükleri hazırlansın ve bitkilerin tanınırlığı öğrenciler ve meraklılar için görünür olsun.

Güzel bir çalışma da Prof. Dr. Zeynel Cebeci’den geldi. Kelebek çeşitlerini çektiği fotoğraflarda bir araya getirerek kitaplaştırdı. Akademisyen kitabevi yayınlarında çıkan “Balcalı Güzelleri” kelebek türleri için fotoğraf rehber türlerini en güzelleri ile belgelenmiş bir kitap ve üniversitemiz için ayrı bir öneme sahip bir ilktir.

Üniversitede kendi çalışma alanı dışında yazan, çizen, hayata başka bir gözle bakan hocaların varlığını çok önemsiyorum. Dünyada bilim insanlarının tipik özelliklerinden biri çok yönlü ve hayata hep, felsefe, şiir ve matematik gözü ile bakmalarıdır. Bilim temelde doğanın gözlenmesi ve onun sırlarını yakalamaktır. Bu bağlamda Balcalı Güzelleri kitabı ile kampüsteki 100 küsur farklı kelebeği uzun süreli izleyerek onların en güzel görüntülerini yakalaması, bizlere ulaştırması tarihe tanıklık ve biyoçeşitliliğin yansıtılması bakımından felsefi bir boyutu da taşımaktadır.

 

Kelebek Zevki Önemli

Kelebeklerin rengi, görünümü, çeşitliliği hep insanların ilgisini çekmiştir. Sayın Cebeci’nin fotoğrafları ile belgelediği gibi kelebekler kendi güzellikleri kadar rengârenk bitkilerin en kıymetli organı olan çiçeklerin polenleri ile beslenirken oluşan görüntü iki güzelliği bir araya getirmiştir.

Kelebek deyip geçmemek gerekir; bitkisel üretimin devamlılığı için de kelebekler eşsiz bir görev üstlenmektedir. Biyolojik olarak kelebekler ciddi bir başkalaşım geçiren ender yaratıklardır. Genelde soğuk iklimden sıcak iklimlere göçerler. Bu nedenle genelde biz orkideleri baharla birlikte kısa süreliğine görürüz, yılın geriye kalan kısmında ise ancak toprakta yumruları dinlenmeye geçer. Kelebekler bitki yapraklarının altına yumurtalarını bırakır. Yumurtadan önce bir tırtıl larva çıkar, larva önce yumurta kabuğunu yer, sonra yaprakları yer, sonrada yeniden bir başkalaşım geçirir ve larva konumuna döner, sonunda kelebek olarak doğaya döner. İlginç renkli yapıları hepimizi büyüler.

 

Fotoğraf Sanatı ve Felsefe
Eskişehir Anadolu Üniversitesin hocası değerli dostumuz Dr. Faruk Atalar düzenli olarak kısa ve özlü felsefi, tarihi ve sanatsal tartışma yazıları yayınlamaktadır. Çok zenginleştiğim bir yazısında “Japonya'da yapılan deneylerde “hızlı renk akışlarını seyretmenin stresi azalttığı ve tatile çıkmış gibi rahatlattığı ispatlanmış” diyor. Sanat eleştirmeni ve yaratıcı düşünce konusunda saysız eserler sunan sayın Dr. Atalar yaratıcılık ve beyin zindeliği için her sabah en az 30-40 farklı renkleri içeren fotoğraf ve eserlere bakılmasını öneriyor. Sayın Atalayer hocam 29 MART ISTANBUL SEHIR UNIVERSITESI FOTOGRAF AKADEMISINDEKI Konuşması “FOTOĞRAF VE FELSEFE” üzerineydi. Anlamlı konuşmanın ana teması ise toplumsal dinamiklerin anlık görüntülenmesi ve kişinin felsefi dünyasına uygun olarak ona anlam yüklemesidir.

Felsefe ile fotoğraf arasında bir ilişki var mı diye sorulabilir. Fotoğraf bilgiyi anlık olarak kayıt altına almak ve bilgiyi derlemek açısından önemlidir. Bilimlerin bilimi felsefe bilgiye anlam yüklemesi ve onu tartışması bakımından, yarattığı etkileri konuşarak hayata anlam katması önemlidir. Burada fotoğraf sanatçısının neyi görüntülediği ve hangi bakış açısı ile olaya baktığı önemlidir.

 

Bilim İnsanı Gözlemci ve Felsefi Düşünceli Olmalıdır

Bilim insanı çok yönlü ve hayata farklı pencereden bakabilen, gözleyen ve gözlem sonucu hipotez kurabilen insan olarak bilinir. Bu bağlamda bilim insanının yaşama bütünsel bakıp makroyu kavraması ve o bütünlük içinde olayları tümden gelim ve tümevarım metotları içinde analiz etme yeteneğine sahip olması gerekir. Bilim insanının bu bağlamda biraz analiz, biraz hayalperest ve ütopyaları ile çevresindeki farklılıkları keşfedip bunu bilimsel bilgiye dönüştürmesi gerekir. Bu bağlamda doğa ve insan bilimleri kadar sanat da felsefi olarak ele alınıp işlendiği zaman yaşam daha anlamlı olmaktadır.

Anlık bilgiyi yakalamak ve onun değişimini izlemek ve bunun bizde bıraktığı yansımaları tartışmak önemli. Bu bağlamda fotoğraflamayı felsefi açıdan önemsiyorum. Bu bağlamda insanlık eskiden beri yaşamsal bilgiyi belgelemek için resim, heykel ve değişik şekillerde bilgiyi tanımlamak ve somut gösterge ile belgelemişlerdir. Bu nedenle fotoğraf öneli bir bilgi paketlemesidir.

 

Doğaya ve Yeşile Sahip Çıkmanın Bir Çok Yararı Var

Kelebek gibi kampüste orkide bitkileri bulunmaktadır ki bu dönem tam orkidelerin iki haftalığına görüleceği dönemdir. Ancak günden güne orkideler aşırı sökümden dolayı azalıyor. Bu aralar ayrıca portakal çiçeği kokusu her tarafta teneffüs edilmektedir. En sevdiğim kokuların başında gelmektedir portakal çiçeği kokusu. Ancak kent caddelerinin kenarlarına dikilmiş olan narenciye bitkilerinin de yer yer kesildiği görülüyor. Unutmayalım Çukurova pamuk ve narenciye ile anılmaktadır. Sembolik olarak narenciye ağaçlarının kente belirli bir bitki çeşitliliği içinde mekâna uygun olarak dikilmesi önemlidir.

 

Biyoçeşitliliğin Fotoğraflanması Bilime Katkı İçin Önemsenmelidir

Bu bağlamda kelebek fotoğrafları kampüsteki türlerin tanımlanması ve onların varlığının biyoçeşitlikle ilişkilendirilmesi ve felsefi bir yaklaşımla bakılması önemlidir. Kelebeklerin bizlerin yaşamına kattığı çok ciddi önemleri olduğunu bilerek kelebeklerin korunması ve yaşam için önemini vurgulamak aynı zamanda bizlerin yaşama bakış açasını değiştirmesi bakımından önemlidir. Bir bütün olarak doğanın bütün renklerinin korunması bilinci içinde olmak gerekir.

 

Üniversite Arazilerini Savunmak Adana’nın Akciğerlerini Savunmaktır

Adana kamuoyuna ve yetkililerine yerleşke alanı içindeki toprak yapısına dokunulmasını anlatmaya çalışıyoruz. Eğer Üniversite kentin kuzey doğusuna yerleşmeseydi bugün bu biyoçeşitliliğin ve oksijen deposunun yerini beton yığınları ile yükselen binalar alacaktı. Ve bugün Adana daha yaşanmaz bir kent olacaktı. Bu bağlamda doğaya ve araziye sahip çıkarak doğru yerde durulduğu ve iyi bir duruş gösterildiği görüyor. Bilim ve duyarlı insanlar için hayata biraz da rantın dışında, gelecek kuşakların beslenme ve yaşam alanı gözü ile bakmaları gerekir. Herkesi, kirlenen dünyamızda doğaya daha çok sahip çıkmaya, bu bağlamda üniversite arazilerinin önemini iyi kavramaya davet ediyorum.

 

Toprağa sahip çıkmak sadece kelebeklere sahip çıkmak değil, insana da sahip çıkmak anlamına geliyor. Felsefenin de bilimlerin de amacı erdemli bir mutluluğa erişmenin yollarını kolaylaştırmaktır. Betonlar insanı mutlu etmiyor. Betonlar ve rantiyecilik erdemli bir duruşu göstermiyor. Yeniden Zeynel hocamızı kutlar, hocamızdan ve diğer hocalarımızdan benzer güzellikte doğa, çevre ve toplumsal konulara duyarlı nice çalışmalar dilerim. 10 Nisan 2013 Adana

 

 

Prof. Dr. İbrahim Ortaş,

Çukurova Üniversitesi,  This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

BİR ÇARPITMA, BİR TAKİYE VE TÜRBAN ÖZGÜRLÜĞÜ

Memur Sen bugünden itibaren kamu çalışanlarının “kıyafet serbestisi”ni hayata geçirecek bir eylem başlattığını açıkladı. Memur Sen’e Kamu Sen’in de destek vereceği belirtiliyor.
Memur Sen yöneticilerine bakarsanız bu eylemleri, kamuda çalışanların kılık kıyafetine “ölçü”, “sınır” getiren yönetmeliğe karşı bir “özgürlük başkaldırısı”dır!

Memur Sen yöneticileri böyle iddia ediyor da ama gerçek böyle midir?  Kuruluşundan bugüne kadar tam bir “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” tutumu benimsemiş sendika olarak Memur Sen’in yöneticilerinin böyle bir özgürlük aşkı, onların iddiaları çerçevesinde kalındığında elbette anlaşılır değildir.

 Ancak, Memur Sen yöneticilerinin iddiaları bir “çarpıtma” bir de “takiye”ye dayanmaktadır. “Çarpıtma”, özgürlük iddiasıyla ilgilidir. Memur Sen yöneticilerine göre, madem bir konuda bir yasak, bir sınırlama varsa, onu kaldırmayı istemek özgürlük istemek, özgürlükçü olmaktır! Oysa gerçekte özgürlükçülük, kişinin ya da kimi toplulukların “kafasına göre takılması”, “başıboşluk” değil, toplumsal olarak ilerlemenin önünde engellerin ortadan kaldırılmasını amaçlayan talepler için mücadeledir. Dolayısıyla geriye doğru, örneğin dini akitlerin bilimsel doğrularla aynı değerde görülmesinin savunulması (çifte doğru), isteyenin şeriat isteyenin laik mahkemede yargılanması (çok hukukluluk), ya da greve katılmayan işçinin grev kırma hakkının savunulması bir özgürlük savunuculuğu değildir. Tersine bu tür bir ”özgürlük savunuculuğu” toplumu geriye götüren, dolayısıyla gerçekte özgürlük düşmanı bir tutumudur. Bu tutumların restorasyon dönemlerinde, gericiliğin güç kazandığı dönemlerde ortaya çıkması da bir rastlantı değildir.

 Memur Sen’in laf kalabalığı arkasında sakladığı asıl hedefi olan “türbanla kamu hizmeti yapılması” talebi de kadını özgürleştiren, kadınların özgürlük mücadelesi içinde desteklenmesi gereken değil tersine kadını gelenek ve göreneğin, erkek egemen toplumsal değerlerin kıskacına iten bir girişim olarak özgürlük mücadelesi kategorisinden görülemez. Özellikle ülkemizde “kadının örtünmesi”, bugünkü biçimiyle kadının özgürleştirilmesinden çok onun gelenek, göreneğin sayısız bağlarıyla bağlanması, evin ailenin sorunlarının başına dikilerek hapsedilmesinin dayanağı olmuştur.

Memur Sen’in iddialarının “Takiye” yanına gelince: Memur Sen bu eylemi sanki hükümete, idareye karşı bir eylem gibi gösteriyor. Ama gerçekte bu eylemin Hükümet ve idareyle el altından işbirliği içinde organize edildiği de herkesin bildiği bir şeydir. Çünkü sendikanın bu girişimi, kadınların özgürleşmesi amaçlı değil AKP Hükümeti’nin “muhafazakar toplum” inşasının bir adımı olarak, üstelik de kadınların hapsedildiği gelenek görenek zindanının kapısına bir kilit daha vurulmasıdır. Bunun gizli saklı yanı yoktur. Başbakan daha yakın zamanda Memur Sen’in atacağı adımı desteklerken, kılık kıyafetle ilgili yeni bir düzenleme yapmayacaklarını da açıkladı. Çünkü böylece sorunu fiiliyatta bir “sosyal vaka” haline getirirken aynı zamanda kamu emekçileri arasında gerilim yaratacağını da bildiği için, onları yeniden yeniden bölmenin vesilesi olarak da bunu kullanmak istemektedir. Dahası idarenin de baskısıyla türban takmayan kadınların da baskı altına alınması amacının bu planda saklı olduğunu görmek için aşırı saf olmak gerekir. Bunun son örneği “Kur’an” ve “Hz Muhammed’in Hayatı” seçmeli derslerinin seçiminde görüldü.

 Elbette kamu emekçileri hem türbanla çalışmaya gelmenin bir özgürlük sorunu olduğu hem de bu vesileyle kamu emekçileri arasında yeni gerilimler yaratma oyununa gelmemelidir. Bu yüzden türban takan kadınlarla düşmanlaşmak yerine özgürlüğün ne olduğu ve inançlarının nasıl istismar edildiğini, hangi politikaların aleti ve kurbanı edilmek istendiklerini, ısrarla açıklayan bir tutumu benimsemelidirler.

 Ve elbette Memur Sen’in sahte özgülükçülüğünü ve kamu emekçilerinin öz talepleriyle bir ilgisi olmayan hükümet güdümlü bir sendika merkezi olduğunun teşhirini de ihmal etmeden!

İhsan Çaralan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

Dr. Erkan AYDOĞANOĞLU*

Patronlar, emeğin kendisini yeniden üretmesinin bedeli olan her türlü işgücü maliyetini azaltıp, daha fazla kar elde etmek amacıyla hareket ederler. Bunun gerçekleşmesi için, her fırsatta çalışma ilişkilerini dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirirler. Bu şekilde yaratılacak olan “esnek”, “kuralsız”, “korunmasız” ve “güvencesiz” çalışma ilişkileri ile karşılaştıkları ya da karşılaşacakları krizlerden en az zararla çıkmayı hedeflerler. Bu nedenle krizlerin faturasını her fırsatta çalışanlara ödetmek isterler.

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren devletler, sosyalizmin doğrudan etkisiyle, en azından teorik olarak halkın eğitim, sağlık, güvenlik gibi en temel ihtiyaçlarının karşılanması için birtakım pratik adımlar attılar. Günümüzde ise, kapitalizmin içinde bulunduğu kriz ve bunun yarattığı siyasal ve ekonomik sorunlar nedeniyle, krizin faturası bir kez daha emekçi sınıfların üzerine yıkılmaya çalışılıyor.

Kamu personel rejiminde yaşanan dönüşüm, ana hedefinde güvencesizleştirme olan ve işgücünü koruyucu herhangi bir düzenlemenin olmadığı yeni bir istihdam biçimi oluşturmayı amaçlıyor. Oluşturulmak istenen yeni personel sistemi ile kamu istihdamının günümüz kapitalizmine uyumlu bir içerikte “yeniden yapılandırılması” ve kamu emekçilerinin büyük bölümünün herhangi bir yasal ya da anayasal güvence olmaksızın daha “esnek” ve tamamen “güvencesiz” istihdam edilmesi hedefleniyor.

Başbakan dahil, AKP Hükümetinin çeşitli kademelerdeki temsilcileri, siyasi iktidarla birlikte değişen bir yönetim yapısı oluşturmak istediğini bir süredir sürekli vurguluyorlar. Hatta bu süreçte hükümetin yapmak istediği değişikliklere bürokrasinin ve idari yargının direnç gösterdiğini iddia ediyorlar. Bu nedenle, 10 yıldır, hemen her alanda yoğun bir siyasal kadrolaşma faaliyeti yürütüyorlar.

657 sayılı Devlet Memurları Kanununda (DMK) bugüne kadar yapılan ve çoğunlukla başka yasal düzenlemeler ile birlikte hayata geçirilen değişiklikler, kamu personel sisteminde esnekleşme, kuralsızlaştırma ve güvencesiz çalışma uygulamalarını yaygınlaştırmanın somut zeminini oluşturuyor.      

13 Şubat 2011 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6111 sayılı Torba Yasa ile çok sayıda kanunla birlikte 657 Sayılı DMK’da da önemli değişiklikler yapıldı. Kamu emekçilerinin iş güvencesinin nasıl kaldırılacağının tartışıldığı bugünlerde, 6111 sayılı kanunda yapılan ve tüm kamu emekçilerini yakından ilgilendiren yasal değişiklikleri bir kez daha hatırlamak ya da hatırlatmak gerekiyor. Söz konusu hatırlatma, AKP Hükümeti’nin 2013 hükümet programında da yer alan, kamuda esnek ve performansa dayalı yeni istihdam sistemini nasıl hayata geçireceğini, iş güvencesini nasıl fiilen ortadan kaldıracağını anlamak açısından önem taşıyor.

6111 sayılı Torba Kanun ile değiştirilen ve mevcut 657 Sayılı DMK’da yer alan ve önümüzdeki dönem iş güvencesinin tamamen kaldırılması sürecinde kolaylaştırıcı vazifesi görecek olan en kritik maddeleri hatırlamak, kamu emekçilerinin önümüzdeki günlerde daha somut olarak yaşayacakları gelişmeleri anlamak açısından önem taşıyor;

Kamuda sözleşmelilik dönemi

657 Sayılı DMK Madde 91: “Kadrosu kaldırılan memurlar, en geç altı ay içinde kendi kurumlarında niteliklerine uygun bir kadroya atanırlar. Bu memurlar, kurumlarında atama imkânı bulunmaması hâlinde aynı süre içinde başka bir kurumdaki kadrolara atanmak üzere Devlet Personel Başkanlığına bildirilir. Bunlar, atama işlemi yapılıncaya kadar kurumlarında niteliklerine uygun işlerde çalıştırılır ve yeni bir kadroya atanıncaya kadar eski kadrolarına ait malî haklardan ve sosyal yardımlardan yararlanmaya devam ederler.”

657 Sayılı DMK’nın 4-C maddesi yukarıda belirtilen işlemin bir benzerinin bizzat yapıldığı bir düzenlemedir. Özelleştirilen kamu işletmelerindeki kamu işçileri, 4-C kadrosuna geçene kadar özlük haklarını ve ücretlerini eski kadroları üzerinden tam almış, daha sonra işçilerin 4-C’ye geçirilmesi ile ücret ve özlük haklarında yarıdan fazla kayıp yaşanmıştır. Madde dikkatlice okunduğunda “kadrosu kaldırılan memurlar”ın “yeni bir kadroya atanıncaya kadar eski kadrolarına ait malî haklardan ve sosyal yardımlardan yararlanmaya devam edeceği” belirtilmektedir.

Kamuda esnek çalışma ve performans

657 Sayılı DMK Madde 100 (3. Fıkra): “Memurların yürüttükleri hizmetin özelliklerine göre, bu madde uyarınca tespit edilen çalışma saat ve süreleri ile görev yerlerine bağlı olmaksızın çalışabilmeleri mümkündür. Bu hususa ilişkin usul ve esaslar, Devlet Personel Başkanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca belirlenir.” 

Bu ifade, yıllardır kamuda fiili olarak sürdürülen esnek çalışma uygulamalarının yasal hale getirilmesinin en somut kanıtıdır. Bu maddeye dayanarak kamu emekçilerinin “uzaktan çalışma”, evden çalışma” gibi uygulamalarla, “daha az maliyetle” çalıştırılmasının önü açılmıştır. Halen 657 sayılı DMK’da var olan bu maddenin tam anlamıyla uygulanabilmesi için kamu emekçilerinin yasal ve anayasal anlamda iş güvencesinin tamamen kaldırılması beklenmektedir.

İş güvencesinin kaldırılmasının hemen ardından her kurum personelini istediği şekilde ve kendi ihtiyacına göre kurallar koyarak, başka bir ifade ile kuralsız ve güvencesiz bir şekilde çalıştırabilecektir. Örneğin işin yoğunluğunu ya da “performans hedeflerine ulaşmayı” bahane göstererek çalışma sürelerini uzatacak, çalışan kamu personelinin yerini “performans düşüklüğü” gerekçe göstererek istediği gibi değiştirebilecektir.

657 Sayılı DMK Madde 110 (4. Fıkra): “Kamu kurum ve kuruluşları yürütmekte oldukları hizmetlerin özelliklerini göz önünde bulundurarak memurlarının başarı, verimlilik ve gayretlerini ölçmek üzere, Devlet Personel Başkanlığının uygun görüşü alınmak kaydıyla, değerlendirme ölçütleri belirleyebilir.”

Bu madde, 2013 Hükümet programı ve AKP’nin “2023 Vizyonu” gibi metinlerde açıkça belirtilen kamuda esnek ve performansa dayalı çalışmanın yaygınlaştırmasının dayanağı olarak 657 Sayılı Kanuna eklenmiştir. Kamuda performans değerlendirme uygulamalarının,  angarya çalışma ve mutlak anlamda iş yükü artışını beraberinde getireceği düşünüldüğünde, bu tür uygulamalara karşı örgütlü direnişleri engellemek için tek engelin, yine asıl hedef olan iş güvencesi olduğu açıktır.

Grev, işten atılma nedeni!

AKP Hükümeti referandum sürecinde grev yasaklarını kaldırdıkları ile övünürken, 657 sayılı DMK’da yaptığı değişikliklerle grev yasaklarının kapsamını genişletmiştir. 657 Sayılı DMK’nın 125. maddesinin E bendinde yer alan “Devlet memurluğundan çıkarma cezasını gerektiren fiil ve haller” şu şekilde düzenlenmiştir;

657 Sayılı DMK Madde 125 (E. Bendi): “a) İdeolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükûn ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal, kamu hizmetlerinin yürütülmesini engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunanlara devlet memuriyetinden çıkarılma cezası verilir.”

Kamu emekçilerinin, Türkiye’nin de altına imza attığı uluslararası anlaşma ve sözleşmeler gereğince grev yapma hakkı olduğu tartışmasız bir gerçektir. Her fırsatta haktan ve özgürlükten bahsedenlerin, emekçilerin en önemli caydırıcı gücü olan grev ve grev benzeri (iş yavaşlatma ve işi durdurma vb) eylemlerini memuriyetten çıkarılma ile cezalandırmak istemesi, yandaş olmayan sendikalara yönelik bir gözdağı olarak değerlendirilebilir.

Kamu emekçilerinin son yıllarda geniş bir katılımla gerçekleştirdiği 25 Kasım uyarı grevi ve geçtiğimiz yıl yapılan 23 Mayıs grevi üzerinden bu madde dayanak gösterilerek, greve katılan kamu emekçilerinin bırakalım “memuriyetten çıkarılmayı”, haklarında soruşturma bile açılmamış olmasını bu maddenin fiilen geçersiz olması olarak değerlendirmek mümkündür.

AKP hükümetinin kendisine yakın, müzakereci sendikaları güçlendirmek, mücadeleci sendikaları etkisiz hale getirmek için en temel sendikal eylemleri bile “memuriyetten çıkarılma” sebebi sayması, kamu emekçilerine yönelik içi boş bir tehdit olmaktan ileri gitmemektedir.

Ödünç memurluk!

657 Sayılı DMK EK Madde 8 (2. Fıkra): “(…) memurlar, kamu yararı ve hizmet gerekleri sebebiyle ihtiyaç duyulması hâlinde kurumlarınca, Devlet Personel Başkanlığının uygun görüşü alınarak diğer kamu kurum ve kuruluşlarında altı aya kadar geçici süreli olarak görevlendirilebilir.”

Bu madde 657 sayılı DMK’da yapılan en dikkat çekici değişikliklerden birisidir. Söz konusu madde, 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 7 nci maddesi ile düzenlenen “ödünç işçilik” uygulaması ile büyük benzerlik taşımaktadır. İş Kanununa göre işveren, yazılı rızasını almak üzere bir işçiyi; aynı şirketler topluluğuna bağlı başka bir işyerinde veya yapmakta olduğu işe benzer işlerde çalıştırabilir. Bu durumda mevcut iş sözleşmesi devam etmekle beraber, işçi bu sözleşmeye göre üstlendiği işin görülmesini, geçici iş ilişkisi kurulan işverene karşı yerine getirmekle yükümlüdür. Geçici iş ilişkisi, tıpkı ilgili maddede belirtildiği gibi, altı ayı geçemez ve yazılı olarak yapılır, gerektiğinde en fazla iki defa yenilenebilir. Kamu personel rejimindeki tüm değişikliklerin özel sektördeki çalışma ilişkilerine benzer bir içerikte düzenlenmek istendiği açıkça görülmektedir.

Bu düzenlemenin nelere yol açacağına daha somut bir örnek vermek gerekirse; 2010 yılında Kayseri’nin Sarız ilçesi kaymakamı, cezaevinde kadın gardiyan olmadığı için İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünden kadın öğretmenlerin cezaevinde kadın mahkumların üzerini araması için görevlendirilmesini istemiştir. O zaman bu uygulama yasal değilken, 6111 Sayılı Torba Yasa ile getirilen yukarıdaki düzenleme sonrasında artık kimse “ben öğretmenim, doktorum, büro emekçisiyim benim kazanılmış haklarım var” diyemeyecektir. Bu madde ile “istenmeyen” personelin başka kurum ve illere gönderilmesinin önünü açılmıştır.

6111 Sayılı Torba Kanun ile yapılan değişiklikler, önümüzdeki dönemde iş güvencesinin kaldırılması odaklı girişimlerin ilk adımları olmuştur. Önümüzdeki dönemde kamu personel rejiminde yapılmak istenen diğer değişikliklerle birlikte değerlendirildiğinde, tüm kamu emekçilere, tıpkı işçilerde olduğu gibi kuralsız, geçici, güvencesiz ve köleleştirici çalışma koşullarının dayatılmak istendiği açıktır.

Ne yapılmalı?

Önümüzdeki dönemde kamu emekçilerinin büyük bölümünün “sözleşmeli” ve iş güvencesinden yoksun olarak istihdam edilmeleri, kaçınılmaz olarak iktidarın dünya görüşü doğrultusunda hareket eden, onun verdiği yüzdelik zamlara “şükreden”, iktidar yandaşı “makbul” sendikaya üye olmaya zorlanan, her biri tornadan çıkmış gibi hareket eden “makul memur” tipini gündeme getirecek. 

Yeni personel rejiminde sözleşmeli personelin iş yaşamındaki geleceği, siyasi iktidarların atayacakları “parti memuru” yöneticilerin iki dudağı arasında olacak. Kamu kurum ve kuruluşlarında sözleşmeli istihdamın özellikle hastaneler, okullar ve diğer pek çok kamu kurumunda uygulanmaya başlaması geri dönüşü zor sorunları beraberinde getirecek.

Kamuda istihdamın büyük ölçüde “belirli süreli sözleşmeli” çalışanlardan oluşturulmak istenmesi, bilinen anlamıyla devlet memurluğu güvencesinin çok küçük bir kesim için (asker, polis, savcı, hakim vb) geçerli olacağının ispatıdır.

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu 1965 yılında çıkarılmış ve aradan geçen sürede, ilgili dönemin ihtiyaçlarına göre değiştirilmiştir. Genel olarak bakıldığında 657 Sayılı DMK’nın savunulacak bir yanını bulmak mümkün değildir. Bu nedenle kamu emekçilerinin iş güvencesini savunurken, 657 sayılı DMK’yı savunur konuma düşmesi yapılacak en büyük hata olacaktır. Bu noktada savunulması gereken, devletin yurttaşlarına istihdam sağlama görevi olduğundan hareketle, kamu-özel ayrımı yapmaksızın her yerde istihdamın güvenceli olması ve taşeron çalışmanın/çalıştırmanın yasaklanması olmalıdır.

Önümüzdeki dönemde hayata geçirilmek istenen esneklik ve güvencesizlik temelinde oluşturulacak yeni personel sistemiyle yapılmak istenenleri sadece “memurları” ilgilendiren basit bir “yasa değişikliği” olarak görmemek gerekir. Kamu emekçilerinin son kalesi olarak ifade edebileceğimiz iş güvencesinin gasp edilme sürecini, sadece kamu hizmetleri sunanlar açısından değil, bu hizmetlerden yararlananlar açısından da değerlendirmek ve ortak bir tepki örgütlemek bugün her zamankinden daha önemli hale gelmiş durumdadır.

Bu aşamada yapılması gereken, geçmiş yıllarda olduğu gibi sadece mevcut “memur statüsünün” savunulması değil, her türden kuralsız ve güvencesiz çalışma biçimlerine karşı işçi, memur, sözleşmeli, taşeron, ücretli ayrımı yapmadan topyekun bir mücadelenin örgütlenmesidir. Aksi takdirde kamu emekçileri sadece kendi gemilerini kurtarmaya çalışırken, gemideki bütün yolcularla birlikte boğulma ihtimallerinin daha yüksek olduğu unutulmamalıdır.

--------------------------------------------------------------------------------

 

* Eğitim Sen Eğitim Uzmanı. Çalışma Ekonomisi Doktoru.

ÇALIŞMA YAŞAMINDA KADINA YÖNELİK ŞİDDET

VE ADANA İLİ ÖRNEĞİ

                                                                                                                        Esra ARSLAN**  Arzu SALDIRAY**

 

 Kadına yönelik şiddet dünyada en yaygın olan ancak yasal olarak en az tanınan insan hakları ihlalidir. Tarihin her döneminde ve hemen hemen bütün toplumlarda kadına yönelik şiddet geleneksel yapı, aile, medya, hukuk ve din gibi yapısal iktidar ilişkileri aracılığıyla normalleştirilen bir olgu haline gelmiştir. Kadına yönelik şiddet tüm dünyada 21. yüzyıla taşınan en önemli sorunlar arasında yer almaktadır. Toplumsal yaşamın her aşamasında rastlanan kadına yönelik şiddet olgusu; kadının maddi ve manevi bütünlüğüne ağır zarar vermesi nedeniyle ciddi bir halk sağlığı sorunu olmasının yanı sıra, kadının yaşama aktif ve üretken katılımının önüne geçerek sosyal ve ekonomik kalkınma önünde bir engel oluşturmakta, kadın erkek eşitsizliğinin devamına neden olmaktadır.

 

Dosyayı Görmek İçin Tıklatın