EĞİTİM HAKKINA YÖNELİK SALDIRILAR VE TEHDİTLERİN GÖLGESİNDE
2015-2016 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI I. YARIYIL DEĞERLENDİRMESİ
Eğitim sisteminin, eğitim ve bilim emekçilerinin yıllardır birikerek artan sorunları her geçen yıl katlanarak artmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) eğitimde sorunlara kalıcı çözümler üretmekten çok, yeni sorunlar yaratan politika ve uygulamaları nedeniyle eğitim emekçileri, öğrenciler ve veliler sürekli mağdur edilmektedir.
2015-2016 eğitim öğretim yılının birinci yarısı, bölgede yaşanan çatışmalar, sokağa çıkma yasakları ve fiili sıkıyönetim uygulamaları nedeniyle geçmiş yıllardan farklı sorunları gündeme getirmiştir. Eğitim öğretim yılının çatışmaların ve silahların gölgesinde açılması, üstelik bu sürecin tüm yarıyıl boyunca sürdürülmesi, gerek ülkemiz, gerekse öğrenci, öğretmen ve veliler açısından benzeri daha önce görülmemiş riskleri ve uygulamaları gündeme getirmiştir.
Türkiye tarihinde benzer bir örneğine daha önce hiç rastlanılmamış bir şekilde, aylardır ülkenin bir bölümünde yaşanan çatışmalar nedeniyle öğrenci ve öğretmenler can güvenliği endişesiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Aylardır bölgede fiilen olağanüstü hal (OHAL) koşullarının yaşanması, eğitim öğretimi durma noktasına getirmiş, başta çocuklar ve öğretmenleri olmak üzere, sivil halkın can ve mal güvenliği daha önce hiç olmadığı kadar büyük tehditlerle ve tehlikelerle karşı karşıya kalmıştır.
Çatışmalı süreç ve sokağa çıkma yasakları eğitim hakkına büyük darbe indirmiştir!
2015-2016 eğitim öğretim yılının birinci yarısını geçmiş yıllardan ayıran en önemli farklardan birisi, Cumhuriyet tarihinde ilk defa Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından öğretmenlerin “hizmet içi eğitim” bahanesiyle öğrencilerinden ve okullarından ayrılmak zorunda bırakılması olmuştur. MEB, Cizre ve Silopi’de “askeri operasyon yapılacağı” gerekçesiyle eğitim öğretim kurumları olan okullar ve yurtların boşaltılmasını sağlamış, ardından bölge illerinde uzun süreli “sokağa çıkma yasağı” ilan edilmesi nedeniyle eğitim-öğretim fiilen durdurulmuştur.
Yaşanan sokağa çıkma yasakları nedeniyle on binlerce öğrencinin eğitim-öğretim hakkı gasp edilmesi, çocukların ve sivil halkın hedef haline gelerek ölmesi olmuştur. Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 6. Maddesi her çocuğun yaşama hakkına sahip olduğunu ve devletin çocuğun yaşamını ve gelişimini güvence altına almakla yükümlü olduğunu belirtmesine rağmen, eğitim öğretimin birinci yarıyılı çocuk ölümlerinin en yoğun yaşandığı dönem olarak tarihe geçmiştir.
2015-2016 eğitim öğretim yılının birinci yarısı, sokağa çıkma yasağının olduğu ilçelerde fiilen kayıp bir dönemin yaşanmasına neden olmuştur. Sokağa çıkma yasakları kapsamında Cizre’de 104 okulda öğrenim gören 41.127 öğrenci, Silopi’de ise 68 okulda öğrenim gören 39.128 öğrenci olmak üzere toplam 80.255 öğrenci ve 2.991 öğretmen bu süreçten olumsuz etkilenmiştir. MEB her ne kadar ‘telafi eğitimi yapılacak’ iddiasında bulunsa da, öğrenci ve öğretmenlerin bu süreçte yaşadıkları ‘travma’ ve ‘endişe’lerin telafi edilebilmesinin hiç de kolay olmadığı açıktır.
Askeri darbe dönemlerinde bile örneklerine rastlanmayan, 1990’lı yılları bile gölgede bırakan yoğun baskı ve şiddet ortamında, hem okullar çatışmaların hedefi haline getirilmiş, çok sayıda okul ve hastanenin yakılarak tahrip edilmesi nedeniyle eğitim ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere tüm kamu hizmetleri kesintiye uğramış, halkın günlük yaşamı pek çok açıdan alt üst olmuştur.
Eğitimde ticarileşme ve dinselleşme uygulamaları artmıştır
Siyasi iktidar eğitim sistemini kendi siyasal-ideolojik hedefleri doğrultusunda biçimlendirme uygulamalarına hız kesmeden devam etmektedir. Eğitimin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi denildiğinde akla gelen, devlete ait eğitim kurumlarında çeşitli adlar altında para toplanması, özel öğretim kurumlarının kamu kaynakları ile desteklenmesi, eğitim politikalarının eğitim-piyasa ilişkisine göre belirlenmesi ve halkın cebinden yaptığı eğitim harcamalarının belirgin bir şekilde artması gibi farklı uygulamalar geçtiğimiz eğitim öğretim yılında artarak sürmüştür.
Geçtiğimiz yıllar içinde devlet okullarının sayısı belirgin bir şekilde azalırken her fırsatta kamu kaynakları ile desteklenen, çeşitli muafiyet ve istisnalar ile açılması teşvik edilen özel ilkokul ve ortaokul sayılarındaki artış artarak devam etmektedir. Velilerin çocuklarını özel okullara yönelmesinde kamu eğitim kurumlarının 4+4+4 nedeniyle yaşadığı tahribat belirleyici olmuştur. 4+4+4 sonrasında özel okulların toplam okullar içindeki oranının 3 kat artmış olması bu açıdan bakıldığında dikkat çekicidir. 4+4+4 ile artan zorunlu-seçmeli din dersleri, aşırı kalabalık sınıflar, öğretmen yetersizliği, fiziki koşullar gibi pek çok neden birçok velinin özel okullara yönelmesini beraberinde getirmiş, bu durum kaçınılmaz olarak devlet okullarındaki eğitimin zayıflamasına neden olmuştur.
Eğitim, devredilemez bir kamusal haktır. Bu alanda yapılan çeşitli araştırmaların da gösterdiği gibi, devlet okullarında paralı eğitim uygulamaları yaygınlaştıkça, en düşük gelir dilimindeki yüzde 20’lik kesimin gelirleri içinde eğitim harcamalarına ayırmak zorunda oldukları pay artmaktadır. Söz konusu artış ise ancak gıda ve sağlık harcamalarından kısılarak gerçekleştirilebilmektedir. Bu koşullarda devlet okullarında eşitsizlikleri derinleştiren örnekler, var olan toplumsal eşitsizlikler doğrultusunda okulları tasnif etmeye yaramakta ve zenginle yoksula ayrı ayrı “devlet okulu”, hatta aynı devlet okulu içinde gelir durumuna, başarı düzeyine göre farklı “sınıf”lar oluşturulmasının önünü açmaktadır.
Piyasacı eğitim sistemi, yaşamın her düzeyinde rekabeti, hizmetin bedelini ödemeyi, yurttaşların müşteri haline getirilmesini hedefleyerek, toplumsal eşitsizliği daha da derinleştirmektedir. Aynı okul içinde sınıflar, aynı bölgede okullar, farklı bölgeler, birbirleriyle rekabet içine sokularak eğitim hizmetleri piyasa kurallarına göre düzenlenmesi kabul edilemez.
Eğitimin bütün kademeleri bir taraftan hızla ticarileştirilip, piyasa ilişkileri içine çekmeye çalışılırken, diğer taraftan giderek artan eğitimi dinselleştirmeye ilişkin yasal ve fiili uygulamalar geçtiğimiz dönemde belirgin bir şekilde artmaya başlamıştır.
MEB eğitim sistemini, Diyanet İşleri Başkanlığı, dini cemaatlerin kurduğu vakıf ve derneklerle işbirliği halinde adım adım dini referanslara göre biçimlendirmeye ve dönüştürmeyi sürdürmektedir. İktidarın bugüne kadar eğitim sisteminde ve günlük yaşamda ortaya koyduğu temel pratik, her türden dini inancı istismar ederek ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak çocuklarımızı ve toplumu “tek din, tek dil, tek mezhep” anlayışı üzerinden “tek tipleştirmek” olmuştur.
Eğitimde 4+4+4 dayatması ile ‘dindar nesil’ yetiştirmeyi hedefleyen siyasi iktidar, Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden hedefini daha da büyüterek bilinçli ve programlı bir şekilde daha kolayca ‘şekil verebileceği’ 4-6 yaş gurubuna yöneltmiştir.
Türkiye’de sadece Sünni İslam’ın resmi temsilcisi konumunda olan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ülke çapında açılan kreş görünümlü Kur’an kursları (sıbyan mektepleri) 4-6 yaş grubundaki okul öncesi çağdaki çocuklara dönem başından itibaren “dini eğitim” vermeye başlamıştır. Devlete ait okul öncesi eğitim kurumlarında velilerden aidat adı altında para talep edilirken, Diyanet’in açtığı kursların tamamen parasız olması dikkat çekicidir. Diyanete bağlı 4-6 yaş grubu Kur’an kursları fiilen sıbyan mektebi işlevi görerek, okul öncesi eğitime alternatif hale getirilmiştir.
Henüz oyun çağında olan, somut ve soyut düşünce yetileri gelişmemiş olan 4-6 yaş grubu okul öncesi eğitim çağındaki öğrencilere hangi neden ya da gerekçeyle olursa olsun “dini eğitim verilmesi”, Türkiye’nin de altında imzasının bulunduğu çocuk hakları sözleşmesinin “çocuğun üstün yararı” ilkesi ile temelden çelişmektedir. 4-6 yaş grubundaki çocukların zihinsel gelişim özellikleri dikkate alındığında son derece sakıncalıdır.
Kamu emekçilerinin hak ve özgürlüklerinin her açıdan hedef haline getirildiği bir dönemde Cuma günü mesai düzenlemesinin Cuma namazına göre ayarlanması AKP algı operasyonlarının, gündem saptırmasının, fırsatçılığının ve mezhepçi anlayışının somut bir göstergesi olarak ortaya çıkmıştır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, eğitim hizmetleri başta olmak üzere tüm kamu hizmetlerinin dini kural ve referanslara göre düzenlenmesi laiklik anlayışına ve anayasadaki eşitlik ilkesine temelden aykırıdır. Çalışma yaşamında yapılacak düzenlemelerde evrensel hukuk normları ve demokratik ilkeler esas alınmak ve hiç kimseye ayrımcı, dışlayıcı davranışlarda bulunulmamak gerekir.
Bu uygulama ile kamu emekçileri arasında ayrımcılığın ve gerilimin artması, okullarda, hastanelerde, kısacası kamu hizmetlerinin yürütüldüğü tüm alanlarda Cuma namazına gitmiş olmak ya da olmamanın yeni bir kayırma ya da dışlanmanın aracı haline getirilmesi kaçınılmazdır. Cuma namazı genelgesi çalışma yaşamındaki ayrımcılıkta temel ölçü haline geleceği gibi, okullarda öğretmen ve öğrencilerin toplu halde namaza götürülmesi üzerinden başka bir inanç istismarı ve ayrımcılık uygulamasının yaşanması, namaza gelmeyen öğrencilerin dışlanmasını gündeme getirecek, bu konuda yeni baskı ve yönlendirmeler gündeme gelecektir.
Yıllardır ülkeyi sürekli yeni kamplaşmalar ve kutuplaştırmalar üzerinden bölerek karşı karşıya getirmek isteyenler, bu konuda özellikle eğitim alanında hayata geçirilen dinselleşme pratikleri ile büyük bir mesafe almışlardır. Türkiye’nin eğitim sistemi en temel bilimsel ilkelerden ve laik eğitim anlayışından hızla uzaklaşırken, okullar başta olmak üzere tüm kamu hizmetleri alanında dinselleşme uygulamaları kaygı verici boyuta ulaşmış durumdadır.
Devlet, dini kurallara dayalı kanunlar çıkaramayacağı gibi, dindarların dini yaşantılarını olumsuz yönde sınırlandırıcı ya da olumlu yönde “teşvik edici” uygulamalar yapamaz. Laik bir devlet, “dinlerin kuralları nelerdir, insanlar nasıl ibadet ederler, ibadeti nerede ve ne zaman yaparlar” gibi konulara karışamaz, karışmamalıdır. Karışırsa kişisel bir alan olan inanç alanına müdahale etmiş olur. Bir dine ya da inanca yapılacak en büyük kötülük, “tek din, tek mezhep” anlayışının tüm topluma dayatılmasıdır.
Laiklik, dinin devlete, devletin de din alanına müdahale etmemesi, birbirine dayatmada ya da yönlendirmede bulunmamasının güvencesi, her düşünce ve inancın hiçbir baskı altında kalmadan özgürce yaşamasının temel ön koşuludur. Devlet, bütün dinler ve inançlar karşısında tarafsız olmak, bütün yurttaşlara eşit mesafede durmak zorundadır. İktidar elini toplumun inançlarından çekmeli, eğitimde ya da başka bir alanda kendi düşüncelerini tüm topluma dayatmaktan vazgeçmelidir.
Temel lise uygulaması eğitimde özelleştirmeyi hızlandırmış, okulları dershaneye çevirmiştir
AKP iktidarı döneminde sayıları iki kat artan dershaneler, “paralel ile mücadele” adı altında kapatılıp özel okula dönüştürülürken, bu durumu fırsata çevirmek isteyen MEB, “Temel Lise” adı altında yeni tür özel liseler oluşturmuştur. Çoğu dershaneden dönüşen, ara katlarda, iş hanlarında açılan ve bir okulda olması gereken en temel özelliklerin bile aranmadığı temel liselerin asıl işlevinin lise eğitiminin içinin boşaltılarak hızla özelleşmesi ve tamamen üniversite sınavına endeksli hale getirilmesi olduğu açıktır. Nitekim bazı temel lise reklamlarında “okul + dershane + test merkezi” gibi ifadeler kullanılması, lise eğitiminin nasıl içinin boşaltılacağının ipuçlarını vermektedir.
MEB, 2015-2016 eğitim öğretim yılında aralarında temel liselerin de olduğu özel liselere gidecek her öğrenci başına “3 bin 220 TL” eğitim teşviki vermeye başlanmıştır. 2015-2016 eğitim öğretim yılında lise son sınıflar fiilen üniversite hazırlık sınıfına dönüşürken temel liselerin son sınıfına kayıt fiyatları 15-25 bin TL arasındadır.
Devlet liselerinden temel liselere kaçısın engellenmesi için devlet liselerinin de dershanecilik faaliyetleri yapmaya başlamıştır. Özellikle yüksek puanla öğrenci alan okullar, öğrenci kaçışını önlemek için öğrencilerine yönelik sınavlara hazırlama kursları açmaya ve hatta velilerden para toplayarak özel öğretmen kiralamaya bile başlamışlardır.
Öğrencilerin özellikle sınava girecekleri yıl kayıtlarını her biri “özel ticari işletme” statüsünde olan temel liselere aldırmaları, devlet okullarındaki öğretmenlerin daha başarısız olduğu algısı yaratmakta, sınav başarısı temel liselere, olası başarısızlıklar ise devlet liselerine fatura edilmek istenmektedir. Öğrencilerin temel liselere yoğun şekilde yöneliminin sürmesi durumunda önümüzdeki eğitim-öğretim yılında çok sayıda branş öğretmeninin norm kadro fazlası haline getirmiştir.
İktidarın asıl niyeti öğrencileri dershanelerden kurtarmak değil, bu bahaneyle kamusal eğitimi tasfiye edip, eğitimi tamamen piyasa ilişkileri içine çekmek, kamu kaynaklarını özel okullara aktarmak ve kamusal eğitimi büyük ölçüde tasfiye etmektir. Bu nedenle kamusal eğitimin önündeki en büyük engellerden birisi olan temel liseler derhal kapatılmalı, kamusal eğitimi güçlendiren adımlar atılmalıdır.
Proje okullarında yargı kararlarına uyulmalıdır
MEB, yüksek puanlı ve başarı oranı yüksek olan bazı okulları atama sisteminin dışına çıkararak, bakanlığa "kendi seçtiği" okulları "Proje Okulları" ilan etme yetkisi vermiştir. Bakanlık önce büyük bölümü meslek ve imam hatip lisesi olan yaklaşık 170 okulu seçmiş, ancak bu listenin iptal edilmesi üzerine yenisi hazırlamış ve yeni liste ile Türkiye'nin en önemli Anadolu ve fen liseleri proje okulları olarak belirlenmiştir.
Proje okullara müdür ve öğretmen atamalarının doğrudan Milli Eğitim Bakanı tarafından yapılması, Bakanın Türkiye'nin en gözde okullarına sınavsız olarak istediği öğretmen ve müdürü atamasının önünü açması ciddi sorunları beraberinde getirmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okulların büyük bölümünün müdürlerini kendi siyasal çizgisindeki insanlardan oluşturan bir bakanlığın “proje okulları” benzer bir mantık üzerinden belirlemeye başlaması bu okullarda çalışan çok sayıda öğretmenin başka okullara sürgün edilmesine neden olmuştur.
Eğitim Sen keyfi biçimde öğretmenlerimizin proje okullarından alınarak görev yerlerinin değiştirilmesine karşı çıkmış, ayrıca görev yerleri değiştirilen öğretmenlerimize hukuk yardımı yapmış, üyeleri adına dava açmıştır. Bu davalarda yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlar verilmeye başlanmıştır. İstanbul 12. İdare Mahkemesi açtığımız iki davada yürütmenin durdurulmasına karar vermiştir. Kararın gerekçesinde de tam olarak itiraz ettiğimiz noktalara değinilmiştir. Ancak mahkeme kararı MEB’e tebliğ edilmesine rağmen bu konuda henüz somut bir adımın atılmamış olması düşündürücüdür. Bakanlık gecikmeksizin yaptığı işlemlerin hukuka aykırı olduğunu görmek zorundadır. Proje okullarında hukuksuz bir şekilde yapılan tüm atamalar, görev yerleri değiştirilen öğretmenlerimizin görüşü ve isteği doğrultusunda bir an önce iptal etmek zorundadır. Aksi takdirde yargı kararlarına karşı çıkılmış ve suç işlenmiş olacaktır.
Okullarda ve üniversitelerde soruşturma, sürgün, gözaltı ve cezalar hız kesmedi
Okullarda ve üniversitelerde Eğitim Sen üyelerine yönelik olarak başlatılan soruşturma, sürgün, baskı ve cezaların en yoğun olduğu dönemlerden birisi yaşanmaktadır. Başta eğitim hakkı olmak üzere, temel hak ve özgürlükler konusundaki yıllardır ilkeli ve kararlı duruşundan taviz vermeyen üyelerimiz, kimi zaman tamamen iktidarın denetimine giren ‘yargı’ ve ‘hukuk’ kıskacına alınarak cezalandırılmak istemekte, kimi zaman da tamamen siyasi talimatlar ile sürgün kararları verilerek yıldırılmak istenmektedir.
MEB, Cizre ve Silopi’deki öğretmenleri ‘hizmet içi eğitim’ bahanesiyle çekerek, askeri operasyonlara açıkça destek vermiş, bu şekilde öğrencilerin eğitim hakkını ihlal etmiştir. Öğrencilerimizin eğitim hakkı ve can güvenliğinin sağlanması, savaşın değil, barışın savunulması amacıyla 29 Aralık’ta KESK, DİSK ve TMMOB öncülüğünde gerçekleştirilen ‘hizmet üretiminden gelen gücün kullanılması’ eylemine katılan öğretmenlere, ilginç bir şekilde ‘eğitim hakkını engellemek’ suçundan soruşturmalar açılmıştır. MEB’in aldığı kararla öğrencilerin eğitim hakkını elinden alırken, öğrencilerin eğitim ve yaşam hakkı için eylem yapanlar hakkında soruşturma açması utanç vericidir. Bakanlığın Eğitim Sen üyelerine sendikanın almış olduğu karar nedeniyle ceza veremeyeceğini bile bile soruşturma açması, iktidarın ve MEB’in suçluluk psikolojisinin tipik bir yansımasıdır.
Son olarak önemli bir bölümünü sendikamız üyelerinin oluşturduğu ‘Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi’ne yönelik linç kampanyası, hukuksuz bir şekilde gerçekleştirilen soruşturma ve gözaltılar ülkede eğitime, eğitim ve bilim emekçilerine ne kadar değer verildiğini göstermesi açısından ibret vericidir. ‘Çocuklar ölmesin’ diyen öğretmene soruşturma açan, barış için imza veren akademisyenleri hedef göstererek linç etmeye çalışan bir zihniyetin ne bu ülkeye, ne de eğitime herhangi bir katkısının olması mümkün değildir.
Eğitim yöneticileri ile ilgili yargı kararları derhal uygulanmalıdır
MEB tarafından başından sonuna siyasal kadrolaşma operasyonu olarak gerçekleştirilen eğitim yöneticilerinin değerlendirilmesi, görevlendirilmesi ve görevden alınmasına ilişkin uygulamalarla eğitim yöneticilerinin değerlendirilmesi sürecinde çok sayıda okulda “adrese teslim” görevlendirmeler yapılmıştır. Sözlü sınav üzerinden yapılan atamalar ile liyakat ve objektiflikten yoksun olarak yapılan görevlendirmeler birer birer yargıdan dönmektedir.
Eğitim Sen’in şube müdürlerinin ve okul müdürlerinin değerlendirilmesi ve görevlendirilmesi ile ilgili olarak açmış olduğu davalarda sendikamızı haklı bulmuş ve çok sayıda yürütmeyi durdurma kararı vermiştir. Mahkeme kararı ile birlikte mülakatla yapılan tüm sınavların ve yapılan görevlendirmenin iptal edilmesi gerekirken, MEB iktidarın izinden giderek yargı kararlarını uygulamamakta ısrar etmekte, hukuksuzluğu ve keyfiliği kural haline getirmektedir.
Eğitim Sen yıllardır, eğitimin bütün kademelerinde yöneticiler belirlenirken, hiç kimse siyasi görüş, kimlik, mezhep, inanç ya da sendika farklılığı nedeniyle fiilen cezalandırılmaması gerektiğini, yönetici değerlendirme ölçütlerinin tamamen objektif ve bilimsel kriterlere dayanarak belirlenmesini savunmaktadır. Eğitim yöneticilerinin belirlenmesi sürecinde siyasi ya da sendikal referanslar değil, liyakat ilkesi temel alınmalı, özellikle Eğitim Sen üyesi eğitim yöneticilerine yönelik her türlü tehdit, taciz ve şantaj uygulamalarından derhal vazgeçilmelidir.
Yapılması gereken haksız bir şekilde yapılan görevlendirmelerin ve görevden almaların yargı kararlarına uygun olarak yeniden düzenlenmesi, tüm şube müdürlerinin görevden alınması ve haksız bir şekilde görevden alınan şube müdürleri ve okul müdürlerinin görevlerine geri dönmesidir.
Danışman öğretmenlikte siyasi ve sendikal referans olmamalıdır
Şubat 2016’da yapılması planlanan 30 bin yeni öğretmen için ilk kez ‘danışman öğretmen’ uygulaması hayata geçirilecektir. Ancak pek çok ilde öğretmen arkadaşlarımız danışman öğretmenlik için duyuru yapılmamasından şikâyet etmekte, isimlerin önceden bakanlığa bildirildiğini ifade etmektedir. Pek çok ilde okul müdürlerinin öğretmenlerin danışman öğretmen olma yönündeki taleplerini reddetmesi, eğitim yöneticiliğinde olduğu gibi, bu konuda da torpil iddialarını gündeme getirmiştir.
Eğitim yöneticilerini sendikal-siyasal referanslara göre belirleyenlerin, benzer bir uygulamayı danışman öğretmenler için hayata geçirmesi kabul edilemez bir uygulamadır. Bu şekilde binlerce donanımlı, ulusal ve uluslararası alanda çalışma yapmış öğretmenin önünün kesilmesi kabul edilemez. Danışman öğretmenlik için duyuru yapılmayan illerdeki tüm listeler iptal edilmeli ve gerekli duyurular yapılarak, kriterlere uygun olan öğretmenlerin objektif bir değerlendirmeyle danışman öğretmen olarak belirlenmesi sağlanmalıdır.
Diplomaya dayalı alan değişikli ve unvan değişikliklerinde yaşanan sorunlar çözülmelidir
Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) yönetmeliğe bağlı alan değişikliği yapmaması birçok ilde norm fazlalarının çığ gibi büyümesine neden olmuştur. Normal zamanda yönetmeliğe bağlı alan değişikliği yapılıp, öğretmenler boş normlara alan değişikliği yaptığı için birçok normda rahatlama olurken, diplomaya yönelik alan değişikliğinin son 2 yıldır yapmaması özellikle sınıf öğretmenlerinin norm fazlası olmasına neden olmuştur. Yönetmeliğe bağlı alan değişikliğinin 15 yıldır yapılması öğretmenlerin atama ve yer değiştirmelerinde belli bir sirkülasyon sağlarken, iki yıldır yapılmaması bu konuda geniş bir kesimin mağdur edilmesine neden olmuştur.
Öğretmenlerin çeşitli nedenlerle kendi alanları dışında görev yapmalarının sorumlusu kendileri değil, MEB’in uyguladığı yanlış öğretmen istihdam politikalardır. Yanlış istihdam politikalarının yarattığı olumsuz sonuçlar ve öğretmenlerimizin yaşadığı mağduriyetler bundan sonra alan değişikliği yapılmayarak giderilemez. Halen eğitim kurumlarında, bırakalım yan alanları, öğrenimlerine uygun olmayan alanlarda görev yapan çok sayıda öğretmen görev yapmaktadır. Bu öğretmenlerin önemli bir bölümü, öğrenimlerine uygun alanlarına geçebilmek için Bakanlığın bir girişimde bulunmasını, alan değişikliği için başvuru almasını beklemektedir. Öğretmenlerin yaşadığı alan değişikliği sorunlarının giderilmesi için gerekli adımlar atılmalı, alan değişikliği sorunu en kısa sürede çözüme kavuşturulmalıdır.
Benzer bir sorun Milli Eğitim Bakanlığı’nda hizmetli, şoför, kaloriferci, memur, bekçi vb gibi unvanlarda çalışan eğitim fakültesi mezunu öğretmenler açısından yaşanmaktadır. MEB Personeli Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği Yönetmeliğinde mezuniyete dayalı unvan değişikliği hakkı verilmesine rağmen bu hakkın, eğitim fakültesi mezunlarına verilmemiş olması büyük bir çelişkidir. Eğitim fakültesi mezunu olan ve öğretmen olma yeterliliğine sahip olan eğitim emekçilerinin unvan değişikliği ile öğretmen olması için gerekli düzenlemeler derhal yapılmalı, yıllardır süren bu haksızlığa ve adaletsizliğe derhal son verilmelidir.
Ataması yapılmayan öğretmenler ve yardımcı hizmetliler sorunlarına kalıcı çözümler bekliyor
Eğitim sisteminin yıllardır çözüm bekleyen sorunlarından birisi de sayıları 300 bini aşan ataması yapılmayan öğretmenler sorunudur. Hükümetin bugüne kadar eğitim sisteminin ihtiyacı kadar öğretmen atamaması, Türkiye’nin kısa bir zaman içinde hali hazırda mevcut işsizler ordusunun yanı sıra, ikinci bir işsiz öğretmenler ordusu ile karşı karşıya kalmasına neden olmuştur. Bu durum atama bekleyen işsiz öğretmen sayısını her geçen yıl arttırarak, işsiz öğretmenleri büyük bir strese sokmakta, intiharlara kadar varan olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Bugüne kadar ataması yapılmadığı için bugüne kadar 41 işsiz öğretmen intihar etmiştir.
MEB bu atamaları gerçekleştirmek yerine ucuz, esnek ve güvencesiz ücretli öğretmen formülüyle bu ihtiyacı gidermeye çalışmaktadır. Bugün MEB bünyesinde 60 bine yakın ücretli öğretmen ayda 1000 TL ücretle güvencesiz olarak istihdam edilmektedir. Ataması yapılmayan öğretmenler sorunu en kısa sürede çözülmeli, ataması yapılmayan bütün öğretmenlerin atamaları somut bir plan dahilinde yapılmalıdır. Türkiye’de eğitim sistemi her geçen gün artan sorunlar ve derinleşen çelişkiler ile tam bir çürüme içinde bulunurken, AKP iktidarı döneminde ortaya çıkan ataması yapılmayan öğretmenler sorunu eğitimin öncelikli sorunlarından birisi haline gelmiştir.
Eğitimde yıllardır sorunlarının çözülmesini bekleyen bir diğer kesim ise genel idari hizmetler, teknik, yardımcı hizmetler ve 4-c statüsünde çalışan eğitim emekçilerinin karşı karşıya oldukları sorunlardır. Eğitimin sağlıklı bir şekilde işlemesi için büyük emeği olan bu arkadaşlarımızın görev tanımının ve mesai saatlerinin çoğu zaman belli olmaması, görev tanımları olmadığı için her işi yapar hale getirilmesi, çözülmesi gereken acil bir sorundur. Özellikle yardımcı hizmetler alanında yaşanan taşeronlaşma uygulamalarına derhal son verilmek zorundadır.
Türkiye’deki okulların yarısına yakın bir kısmında taşeron şirketler, İŞKUR ya da okul aile birliklerinin çabalarıyla yardımcı hizmetliler geçici süreli olarak okullarda çalıştırılmaktadır. Güvencesiz statüde çalışan yardımcı hizmetliler çoğu zaman ücretlerini almakta zorluk yaşamakta, kamu kaynaklarını özel okullara aktaran siyasi iktidar, okulların en temel ihtiyaçlarını karşılaması için okullara ihtiyacı kadar ödenek ayırmayarak, eğitimde ticarileştirme uygulamalarını doğrudan teşvik etmektedir.
Eğitimin ve eğitim emekçilerinin yaşadığı tüm ekonomik, sosyal ve özlük sorunlar çözülmelidir
2015-2016 eğitim öğretim yılının ilk yarısında eğitimin yapısal sorunlarına yönelik somut ve çözüme dayalı politikalar geliştirildiğini söylemek mümkün değildir. Okulların eğitim kurumu olmaktan adım adım uzaklaştığı, öğrencilerin yarış atı gibi sınavdan sınava koştuğu, öğretmenlerin düşük ücretle, esnek, güvencesiz ve angarya çalışmaya zorlandığı, siyasal kadrolaşmanın zirve yaptığı, farklı dil ve kimliklerin dışlandığı, eğitimin zaten sorunlu olan niteliğinin daha da kötüleştiği bir eğitim sisteminin sağlıklı nesiller yetiştirmesi mümkün değildir.
Türkiye’de eğitime ve diğer pek çok alanda yaşanan değişime yön veren örgütsel ihtiyaçlardan çok, son olarak eğitimde 4+4+4 dayatmasında olduğu gibi, siyasal-ideolojik tercihler olmuştur. Bugün eğitim politikalarını belirleyen AKP zihniyeti ve onun liberal-muhafazakâr ideolojisi, yaşanan dönüşüm sürecini ileriye değil, geriye doğru işletmekte ısrar etmekte, eğitim sistemindeki mevcut merkezi, otoriter ve statükocu yapısını daha da güçlendirmeyi hedeflemektedir.
Eğitim sistemindeki çürümeyi hızlandıran 4+4+4 dayatmasından uygulamasından derhal vazgeçilmeli, ataması yapılmayan öğretmenlerin atanması yapılmalı, AKP döneminde haksız olarak yapılan tüm atama ve görevlendirmeler iptal edilmeli, eğitim sistemini alt üst eden tüm uygulamalar derhal durdurulmalıdır. Eğitimin hiçbir aşamasında öğrenci ve öğretmenlere dayatmada bulunulmamalı, öğretmen, öğrenci ve velilerin eğitim sistemine yönelik kaygılarını giderici düzenlemeler yapılarak, tüm ülkenin üzerine çöken mevcut eğitim enkazı en kısa sürede kaldırılmalıdır.
Okulöncesi eğitimden başlayarak eğitim yatırımlarına, ders kitaplarının hazırlanmasından eğitim yöneticilerinin belirlenmesine; sınıf mevcutlarından eğitimin kamusal, bilimsel, demokratik, laik ve her bireyin kendi anadilinde yapılması ilkesine uygun adımlar atılmalı, eğitimde yaşanan ticarileştirme ve eğitimi dinselleştirme adımlarına derhal son verilmelidir. 22.01.2016
Eğitim Sen Adana Şube Yürütme Kurulu Adına
Ahmet KARAGÖZ
Şube Başkanı