12 Eylül Darbesi Ürünü YÖK Kaldırılmalıdır!
Yükseköğretim Kurulu (YÖK), 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından üniversiteler üzerinde bir baskı aracı olarak kurulmuştur. Bu özelliğinden hiçbir şey kaybetmeden ve siyasi iktidarların üniversiteler üzerindeki denetimini 29 yıl boyunca yeniden üreterek bu işlevini kesintisiz olarak sürdürmektedir. Ancak YÖK’ün asker postalı ile birlikte anılması her ne kadar kuruluşundaki izleri güçlü bir şekilde yansıtsa da günümüzdeki dönüşümü ifade etmekte yetersiz kalmaktadır. Çünkü YÖK, denetimi ve kontrolü tekeline alarak iktidarı bir merkezde toplayan ve bu iktidarını da hükümetlerin huzuruna sunabilen/sunan bir kurum olarak örgütlenmiştir. Daha açık söylemek gerekirse siyasi iktidarların üniversiteler üzerindeki hem kalemi, hem kılıcı olma işlevi görmektedir.
Bugün Türkiye üniversiteleri 12 Eylül askeri darbesinin etkisini, hukuksal düzenlemelerde, YÖK ve üniversite yönetimleri anlayışında büyük ölçüde taşımaktadır. Korku üreten “kışla üniversitesi” hiyerarşik yapılanması ile sürerken, devlet ve piyasaya bağımlı “güdümlü üniversite” neo-liberal renklerini üniversiteye hızla yaymaktadır.
2001'de Gürüz döneminde Türkiye'nin de imzalayarak dahil olduğu Bologna Süreci (Avrupa Yüksek Öğretim Alanı) çerçevesinde tüm yükseköğretim paralı hale getirilmeye, yönetim kurullarının yerine mütevelli heyetleri geçirilmeye, böylece üniversiteler küresel sermayeye teslim edilmeye çalışılmaktadır. Önümüzdeki Anayasa değişiklileri ile mütevelli heyetleri oluşturulmasının, yabancıların ve şirketlerin üniversite açabilmesinin önündeki kısmi engeller de kaldırılacaktır.
Bugün üniversite içinde üretilen hizmetlerin pek çoğu özelleştirilmektedir. Örneğin öğrenim harçları birinci öğretimde alınmaya devam ederken, özellikle ikinci öğretim hızla ticarileşmektedir. İkinci öğretim veren üniversitelerde ortalama öğrenci maliyetinin yarısı düzeyinde fiyatlandırma yapılmaktadır. Üniversitelerde araştırma faaliyetleri özel–ticari proje anlayışıyla fiyatlandırılarak üretilmeye başlanmıştır. Üniversitelere kamu bütçesinden ayrılan fonlar azaltılmaktadır. Bu kapsamda üniversiteler bir yandan ikinci öğretim ve yaz okulları gibi süreklilik taşıyan gelir yaratma yollarına hızla başvurmaya zorlanırken, bir yandan da farklı kanallarla kaynak çeşitlemesine gitmektedir. Çeşitlenen gelir kaynakları, sürekli eğitim, uzaktan eğitim, yaşam boyu eğitim merkezleri ve teknoparklar gibi piyasa benzeri yapılar yoluyla artırılmak istenmektedir. Son dönemde öğretmen eğitimi, paralı sertifika programlarıyla üniversite içinde pazarlanmaya başlamıştır. Ayrıca üniversitede yemek, ulaşım, barınma, temizlik, spor gibi pek çok kolektif hizmet, belli anlaşmalarla taşerona devredilmektedir. Böylece üniversitelerde her şeyin değişim değeri üzerinden alınıp satılır hale getirilmesi yönünde faaliyetler hızlanmaktadır. Bu durum piyasanın ve sermayenin üniversiteyi ilgilendiren kararlarda etkili olmasının yollarını da açmıştır.
Üniversitelerde akademik kadroların dağıtımında, keyfi ve ayrımcılık içeren uygulamalar giderek yaygınlaşmaktadır. Kadroların sağlanmasında, her türden ayrımcılığı engelleyen, liyakata dayalı sistemler geliştirilmelidir; haksızlıklar karşısında öğretim elemanlarının haklarını arayabileceği etik kurullar ve diğer yapılar oluşturulmalıdır. Akademik özgürlükler bakımından iş güvencesi son derece önemlidir. Örneğin yardımcı doçentlerin, doçentler ve profesörler gibi daimi kadroda görev yapmaları sağlanmalıdır. İş güvencesinin akademik özgürlüklerin önemli bir koşulu olduğu ve tüm statüleri kapsaması gerektiği gerçeği asla göz ardı edilmemelidir.
Yükseköğretim kurumlarında genel idari hizmetler, yardımcı hizmetler ve teknik hizmetler gibi kadrolarda çalışan personelin özlük hakları konusunda önemli sorunlar yaşanmaktadır. Gerçekleştirilen uygulamalar ve önümüzdeki dönem için yapılan hazırlıklar dikkate alındığında, akademik olmayan personelin daha yoğun hak kaybı yaşayacağı görülmektedir. Genel idari hizmetlerde kadrolu personel uygulamasından vazgeçilerek hizmetlerin taşeron firmalara devredilmesi, kısmi zamanlı öğrenci çalıştırılması, 4/b ve 4/c uygulamaları güvencesiz istihdam biçimleri olarak yaygınlaştırılmaktadır. Bu durum kamu görevlisi istihdamı açısından bir tehdit oluşturmaktadır. Üniversitelerin çoğunda terfiler ve yükselme kriterlerine uyulmamakta, görevde yükselme sınavları yapılmamaktadır. Yoğun hak kayıplarına neden olan bu durumun görevde yükselme yönetmeliğinin açıklarından yararlanılarak yapıldığı gözlenmektedir. Yönetmelik yeniden düzenlenerek rektörlüklerin keyfi uygulamaları ve kadrolaşmanın önüne geçilmelidir. Bu kapsamda hak eden tüm emekçilerin kadrolarının verilmesi mücadelesi ve sözleşmeli personelin görevde yükselme sınavına girmelerinin sağlanması önemini artırmaktadır. Eski adıyla Kurum İdari Kurulları etkin çalıştırılarak servis, yemek, yol ücreti, promosyon ve diğer sosyal haklar kapsamındaki sorunların çözümü konusunda çalışanın söz sahibi olması gerekmektedir. Performansa dayalı ücretlendirme çalışmalarına karşı etkin mücadele giderek önemini artırmıştır.
Değişen YÖK ve üniversite yönetim kadrolarıyla birlikte yaygınlaşan mobbing uygulamalarını önleyecek izleme kurulları oluşturulmalı ve etik kurullar amacına uygun olarak etkin çalıştırılmalıdır. Üniversite idari personelinin üniversite yönetim kurullarında temsilinin sağlanması demokratik bir üniversitenin oluşmasına katkı sağlayacaktır.
Üniversitelerde sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yaşanan dönüşüme paralel olarak araştırma görevlilerinin istihdam edilme biçimleri çeşitlenmiş ve esnekleştirilmiştir. Farklı adlar altında (50/d, 33/a, ÖYP, 35, teaching asistant) aynı işi yapan, kamuda ve vakıf üniversitelerinde çalışan araştırma görevlileri iş güvencesinden yoksun durumdadır. Dahası vakıf üniversitelerinde görev yapan araştırma görevlilerinin çoğu sosyal güvenceden yoksundur. Son dönemlerde bunlara ilaveten üniversitelerde proje asistanlığı, öğrenci asistanlık gibi uygulamalar devreye sokulmuş ve giderek artan biçimde bu örnekler kadrolu asistanlığın yerini almıştır. Ayrıca giderek yaygınlaşan asistan öğrencilik, kısmi zamanlı öğrenci çalıştırılması gibi uygulamaların yerine, karşılıksız burslarla öğrenciye destek sağlanması amaçlanmalıdır. Asistanların farklılaştırılan statülerine bakılmaksızın, aynı işi yapmaları sebebiyle tüm asistanlık biçimlerinin iş güvencesine kavuşturulması zorunludur.
Türkiye üniversiteleri “insanın özgürleşmesi” amacından ayrılıp, akademik kapitalizme geçişin öyküsünü trajik bir biçimde yaşamaktadır. Üniversite özerkliği ve akademik özgürlükler kavramlarının içi boşaltılmıştır. Üniversite özerkliğinin içeriği yönetişim anlayışıyla doldurulmuştur. Üniversitede gerçeği arama ve ifade etme özgürlüğü yok edilmek istenmektedir. Üniversite yönetimleri, üniversite bileşenlerinin farklı düşüncelerine ve kendilerini ifade etme biçimlerine tahammül edememektedir. Düşüncelerini özgürce ifade etmek, diğerlerine kendilerini anlatmak isteyen tüm üniversite bileşenleri üzerinde baskılar sürmektedir. Gücünü 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu’ndan alan Öğrenci Disiplin yönetmeliği ve benzer biçimde Personel Disiplin Yönetmeliği anti demokratik / baskı yaratıcı uygulamalara kaynaklık etmektedir. Öğrenci soruşturmalarının sayısı üniversiteden üniversiteye farklılık göstermekle birlikte giderek çoğalmaktadır. Türkiye üniversiteleri, yaşattıkları kültür bakımından çok kültürlü ve çok dilli Anadolu coğrafyasının renklerini yansıtmamaktadır. Temel insan haklarından biri olan anadilinde eğitim üniversitelerde özgür bir biçimde tartışılmamaktadır. Üniversitelerde türban sorununun çözümü konusunda, siyasal iktidarın muktedir ve güçlü olmasına karşın konuyu sürüncemede bırakması ve mağdur rolü oynaması dikkat çekicidir. Yükseköğretimde türban konusu, yasakçı bir zihniyete teslim olmadan, eğitim hakkı ve üniversitedeki diğer özgürlük sorunlarıyla bütünlük içinde ele alınmalıdır. Aksi taktirde yaşanan kutuplaşmalar yeniden üretilecek ve sorunlar çözülemeyecektir. Bu süreç içerisinde türban sorununun çözümünde gerekli yasal düzenlemenin yapılmaması nedeniyle, rektör ve dekanların sorumluluğundaki konularda öğrenci ve öğretim elemanlarının karşı karşıya getirilmesi, üniversite eğitimine zarar vereceğinden asla kabul edilemez bir durumdur.
Sivil polis, özel güvenlik birimleri ve diğer tedbirler, güvenli ve özgür düşüncenin mekânları olması gereken üniversiteleri güvenlik gerekçesiyle baskı kuşatması altına almaktadır. Üniversitelerde öğrenme ve öğretme özgürlüklerini, güvenlik gerekçesiyle açık ve/veya örtük biçimde baskılayan bu tür uygulamalara derhal son verilmelidir. Silahların gölgesinde bilim yapılamayacağı herkes tarafından bilinmelidir.
Bizler, YÖK’ün kaldırılarak Üniversiteler Arası Kurul türü eşgüdüm işlevi yerine getirecek yeni bir örgütlenme gerçekleştirilmesini, tüm kurul ve organların, üniversite bileşenlerinin demokratik katılımıyla oluşturulmasını, dışsal değerlendirme yerine içsel katılımı ve denetimi savunmaktayız. Bunun yolu “bilimsel, özgür, demokratik üniversite ve parasız eğitim”dir.
Belirtmek isteriz ki üniversitelerde anti-demokratik uygulamalara kaynaklık eden 12 Eylül mirasçısı YÖK'ten demokratikleşme beklemek, otoriter cunta rejiminden demokrasi beklemekten farksızdır. YÖK, 12 Eylül askeri darbesinin ürünüdür ve YÖK kalkmadan, üniversiteler de, bilim de özgürleşemez.06.11.2010
Güven BOĞA
Eğitim Sen Adana Şube Başkanı
Eğitim Sen Adana Şubesi / Çukurova Öğretim Elemanları Derneği
Çukurova Üniversitesi Öğrencileri/ KESK / Adana Tabip Odası
DİSK Dev Sağlık İş / ATAK Dergisi