MEMED’İN AKÇADAĞ BAVULU

Bugünlerde TV reklamlarında, bir öğretmeninin köy okulunda sobayı nasıl yakacağını annesine telefon açarak öğrendiğini izlemeyen yoktur sanırım. Bu reklamdaki kürt kızının hangi amaç için konuşturulduğunu sorguladığınızda, bir tarihin, bir olayın, bir durumun kendi gerçeği üzerinden nasıl şekillendirildiği ve eğitimde nerelere getirildiğimizi bütün çıplaklığıyla görebiliriz.. Türkiye’de öğretmenliğin nasıl yapılacağını bilemeyen öğretmenlere ve bu topluma tüketimden başka da hiçbir şey vermeyen o dev ‘Holding’lere “Memedin Akçadağ Bavulu”ndaki notlarına acilen ulaşmalarını öneririm.

 

Akçadağ Köy Enstitüsü mezunu Mehmet Ali BİLİR (Ç.Ü. Öğretim Görevlisi Üyemiz Fatma Pervin Bilir'in babası)

 

Memed, (Mehmet Ali Bilir) 1 Teşrini 1933 doğumlu, Akçadağ Köy Enstitüsü ‘Öğretmenlik Kolu’ndan 1949 yılında diploma alamaya hak kazanmış, otuz yılını bu mesleğe adamış, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, Elâzığ Öğretmenler Tüketim Kooperatifi kurucu üyesi, Elazığ TÖS-TÖB-DER Başkanlığı, Elazığ İl Genel Meclis Üyeliği, Ankara Uğur Mumcu Mahallesi Muhtarlığı yapmış bir eğitim çınarı.

18 Şubat 2011 günü ebediyete uğurladığımızın akşamı, Akçadağ Köy Enstitüsü’nde okurken kendi eliyle yaptığı 19x40x56 cm ölçülerindeki tahta bavulunu çocukları açtığında, içinden çoğu samanlı kâğıtlara yazılı yüzlerce sayfa not çıktı. Otuz yıldan fazla bir süredir bazen kardeş-ağabey, bazen baba-oğul ve iyi bir dostun notlarını ölümünden sonra okumak hiç de kolay değilmiş. O’nun geçmişine yaptığım bu yolculukta, hayatların bir ‘tahta bavul’ içerisinde asıl sahiplerini nasıl beklediğini bir kez daha anladım. Ve o an aramızda olmasını çok istedim. Umudun gerçekleştiğini görmeden ölmüş babaların hüznünü ifade edenler için, geçmiş tıpkı zehirli bir iksirdir. Değil mi ki, hiç bir babanın ölümü akıllardan silinip unutulamaz. Ömrü halkının acılarıyla yoğrulmuş Mehmet Ali Bilir gibi Köy Enstitüsü çıkışlı olanların kaderi de hep bir birine benzer.

Sevgili Memed Abi, keşke biraz daha yaşasaydın ya da kısa bir süreliğine de olsa dünyaya dönebilseydin. Acaba her şey başka türlü olabilir miydi? Belki de… Hani o çaresizlik yüzünden bile olsa anlamı kaybolmayan günlerde birbirimize nasıl umutla baktığımız gibi. Sen olmadıktan sonra, sana bunları anlatmam ne işe yarar ki?

Meğer insanın geçmiş yaşantısı böyle durumlarda anlam kazanıyormuş, bunu anlamak için ölmek gerektiğinin anlamsızlığını bugün bir kez daha anlıyorum. Görmediğini düşündüğüm (!) şeyleri anlatayım mı şimdi sana? Meselâ, cenaze törenini, kimlerin geldiğini? Cenaze namazının nasıl kılındığını? Şubat ayının tam ortası olmasına rağmen, güneşli bir bahar gününde uğurlarken seni, “Güneşli bir günde ölürsem bilin ki cennete gideceğim.” diyişinin çınlamasını kulaklarımızda. Düşlerimizin cennetinde zaten başköşedesin sen Memed Abi… Evlatlarının yürekleri dağlayan ağıtları, dostlarının, akrabalarının, yol arkadaşlarının sessiz çığlıklarıyla uğurladık seni ebediyete. Bugüne kadar hiç görmediğim yüzlerce insan ellerini önlerine kavuşturarak ve başlarını eğerek ölümün anlaşılmaz gerçeği üzerinde düşündü caminin avlusunda. Sevgili eşin Süreyya Abla’nın yanına konulduktan sonra zamanın ikinizden erken aldığı yarım kalan sohbetlerinizi sonsuza dek sürdüreceğinizi düşledim. Süreyya Ablanın koynuna teslim ettik seni. Helal ettik canı yürekten hakkımızı…

Bu tür seremonileri, ne ölene, ne kalana fayda sağlamayacak bu gelenekleri sevmezsin bilirim, tıpkı benim gibi. Böyle aşılmaz engellere karşı duruşumuzun, unutmayalım ki, tartışılır yanı da olabilir. Ama ‘sessiz faziletlerin heykeli dikilse’ bile, insan öldükten sonra kime ne fayda?

Neyse… İyisi mi, bavulunda çıkan belgelerden, geçmiş yıllara dair, o örgülerin bana nasıl bir ders verdiğini anlatayım: Siyasetin içinde yaşadığın halde, siyaseti bilmediğin için barış döneminde de neden başarılı olamadığını, CHP Genel Başkanı dostun merhum Bülent Ecevit’in sana yazdığı 23 Temmuz 1980 tarih ve 22 sayılı mektuptan anlaşılıyor. Kendini sunmasını hiç beceremediği, kartvizitlerini dağıtmadığını, dairelerde seçmenlerin işlerini, müteahhitlerin ihalelerini takip etmediğini, kendini çok beğendiğin halde kusurlarını bilmediğin gibi meziyetlerinin de farkına varamadığını… Sadece, namuslu ve dürüst siyaset yapmayı, insan hak ve özgürlüklerini, demokrasiyi savunmayı kendine temel ilke edindiğin için, hayata fayda ve anlam katan ve her yapılanın bedelini, risklerini, acılarla ödeyeceğini çok önceden bildiğin anlaşılıyor. Örneğin, 8 Şubat 1975 Cumartesi günü yedi demokratik kuruluşun katıldığı, faşizmi-işsizliği-yokluğu-yoksulluğu zulmü ve baskıyı protesto sessiz yürüyüşü tertiplediğin, üstüne üstlük TÖB-DER başkanlığını yürüttüğün için Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı’nca tutuklandığın. Fakat dönemin gençliğine ışık tuttuğun her Elâzığlının bilincinde yer ettiğinden emin olabilirsin. Öyle ya, dönemin devlet temsilcisi vali ve yetkililerinin, bu nedenle “01.03.1975 tarih ve 1897 sayılı kanun”a dayanarak, 3. derece, 2’nci kademede bulunduğun halde, sana biçilen cezayla, 4. derecenin 4’ncü kademesinden maaş ödeme cezası verilmesi gerekirdi! Üzülme, çünkü mezarın başında, eğitimci-yazar Niyazi Altunya’nın yaptığı o konuşmada, sizin kuşağın “diğer canlılardan ayrıldığı” nı vurgulaması, tam da çektiğiniz bu acıların ifadesiydi. Bunun için hayatın boyunca aldığın parayla bir taraftan borç ödeyip, diğer taraftan dört çocuğunu yüksek okullarda okuturken ev geçindirmek için ek iş olarak herkesin bucak bucak kaçtığı dönemlerde cüzzamlı  hastalara okuma yazma öğrettiğin,çocuklarından büyüğünün ayakkabısı su alıyor diye yenisini, ortancasına palto, küçüğüne kışlık fanila, ya da çok eskidiğinden koltuk takımlarını alamadığın için konu komşuya rezil olduğun günleri unut, Memed Abi.

Hepimiz bilerek ya da bilmeyerek sıkışıp kaldığımız o hayatları keşke o kadar küçümsemeseydik, emi? O günleri hatırladıkça, evimizin arka odalarında, karanlıkta tek başına oturup yüzümüzü kapatıp, sessiz sedasız ağladıktan bir müddet sonra bir birimize dertleştiğimizi düşünüyorum. Şimdi boş yere açık bırakılan lambaları, boşa akıtılan suları, yüksek derecede çalıştırılan kombiyi anlatacağım kimse de yok artık. En önemlisi de okuduğumuz kitapları, Ağın Dergisi’ne göndereceğin yazıları düzeltmenin tekrarı bir daha olmayacak. Acı olan, seninle ilgili neye dokunsam geç kaldığımı anlamış olacağım. Şair demiş ya; “Sizin hiç babanız öldü mü?” Seni kaybettiğimde ikinci kez öldü, babam benim…

Tanrı’nın kapıda sana ne söylediğini, senin ne cevap verdiğini merak etmiyorum. Çünkü sen toprağa bırakıldığında, Pervin: “Babam bu dünyayla başa çıktı, eminim orayla da başa çıkar” dedi. Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin, Sunilerin ve Ermenilerin dostu; toprağın bol, yerin aydınlık olsun. Diyen ne güzel söylemiş: “Ölüm siyah bir güldür” şimdi senin yakanda takılı kalan…18 Şubat 2011/Ankara

Eğitimci/Şair  Midran YOKUŞ

Okunma 2275 defa