Nisan 2020

Dünyada çocuklara armağan edilmiş tek bayram olan “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nda en büyük isteğimiz, ayrımsız tüm çocukların, bugün gönüllerince gülmesinin, eğlenmesinin, oynamasının, bayramı bayram bayram gibi kutlamasının sağlanmasıydı. Ancak, hem yaşadığımız salgın ve ona bağlı sorunlar, hem de siyasi iktidarın uyguladığı politikalar, yaşanılan sorunların yok sayılarak,  bayram kutlanmasını olanaksız hale getirmektedir. Mustafa Kemal Atatürk tarafından çocuklara armağan edilen 23 Nisan’da, çocuklarımız bayram yapmak yerine karşılaştıkları sorunlarla baş etmek durumunda kalmaktadır. Kurumsallaşmış bir demokrasiye sahip olmamız gerekirken,  TBMM’nin açılışının 100. yılında bizler hala egemenliğin kaynağının halk olduğunu ısrarla ve inatla anlatmaya devam etmek durumunda kalmaktayız. Tüm zorluklara ve engellere rağmen demokrasiyi de egemenliğin kaynağının halk olduğunu da savunmayı ve anlatmayı sürdüreceğiz.

Parlamentonun açılışının 100. yılında;

İsterdik ki, çocuklara armağan edilen bu günde savaşlardan, açlıktan, yoksulluktan, iklim krizinden söz etmeyelim.

İsterdik ki, çocukların gülüp eğleneceği bugünde çocuk işçiliğinden, mevsimlik tarım işçisi ailelerin çocuklarının yaşadıklarından, eğitimden mahrum bırakılan çocuklardan söz etmeyelim.

İsterdik ki, yarınların çocukların olacağı bir dünyada evlerinden, yurtlarından ayrılmak durumunda kalan göçmen, mülteci çocuklardan söz etmeyelim.

İsterdik ki, bilimsel, laik, eşit, ücretsiz ve anadilinde olmayan eğitimin yarattığı sorunlardan söz etmeyelim.

İsterdik ki, çocukların evlendirilmesinden, istismar edilmelerinden söz etmeyelim.

İsterdik ki, 9 yaşındaki Ceylan’ın dövülerek öldürülmesinden söz etmeyelim.

Yaşanan sorunlardan söz etmeden ve çözümü için olanca gücümüzle mücadele etmeden, çocuklara yaşanabilir bir dünya bırakmamızın mümkün olmadığı ortadır. Türkiye’de çocukların yaşadığı ağır sorunlar, evde, okulda ve sokakta karşı karşıya kaldığı tehdit ve tehlikeler her geçen gün artmaktadır. Türkiye nüfusunun yüzde 30’a yakınını çocuklar oluşturmaktadır. Çocukların fiziksel, zihinsel, eğitsel, sosyal, kültürel ve duygusal gelişimlerine zarar veren politika ve uygulamalar her geçen yıl artarken, yaşam ve eğitim hakları başta olmak üzere, sağlıklı büyüme ve gelişim hakkına aykırı adımlar atılmaktadır.

Türkiye’de yaşayan çocuklar, göstermelik törenlerden çok, erken yaşta büyümek zorunda kalmadan çocukluklarını doyasıya yaşamak, geleceğe umutla ve güvenle bakmak, nitelikli bir eğitim ve sağlıklı bir yaşam istemektedir. Ancak siyasi iktidar, çocuklarımıza daha iyi bir gelecek hazırlamak için adımlar atmak yerine, uyguladığı çocuk düşmanı politikaları nedeniyle her yıl binlerce çocuğu dini vakıf ve cemaatlere teslim etmekte, çocukları eğitimden kopararak erken yaşta evlenmeye zorlamakta ya da çalışmak zorunda bırakmaktadır.

Türkiye’de özellikle kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmesi sorunu sürmektedir. TÜİK’in resmi verilerine göre, 2018 yılında çocuk yaşta evlendirilen kız çocuklarının sayısı 20 bin 779 olmuştur. Zorla evlendirilen kız çocuklarının sayısı, erkek çocuklarının sayısından 20 kat daha fazladır. Okula gidemeyip çalışmak zorunda bırakılan, çocuk yaşta evlendirilen, cezaevlerinde olan, cemaatlere, tarikatlara, dini yapılara mecbur bırakılan, anadilinde eğitim hakkı başta olmak üzere en temel hak ve özgürlükleri yok sayılan çocuklar için kutlanacak bir günden bahsetmek mümkün değildir.

Yıllardır iktidar desteği ile dini eğitim veren, çeşitli dini vakıf ve cemaatlere ait okul, kurslar, yurtlar ve evlerde çocuklara yönelik olarak yaşanan cinsel istismar vakalarının belirgin bir şekilde artmış olması, çocuklara yönelik cinsel istismar ve saldırıların siyasi iktidarın çabalarıyla cezasız bırakılması, çocuklarımızın ve öğrencilerimizin nasıl büyük ve organize bir tehdit ile karşı karşıya olduğunu net bir şekilde göstermektedir.

Türkiye’de çocuk iş gücü sürekli artmakta, eğitim çağındaki çocuklarımız okumak yerine tarlada, sanayi sitelerinde son derece sağlıksız, ilkel koşullarda çalışmaya ve yaşamaya zorlanmaktadır. Çocuk işçiliğinin her geçen yıl artması, mülteci çocuklara yönelik ayrımcı uygulamalar, çocukların en temel yaşam ve eğitim hakkının tehdit altında olmasının hiçbir insani açıklaması yoktur. Türkiye’de yaşayan çocukların bugünü ve geleceği için en büyük tehdit, yaşamlarının henüz başlarında olmalarına rağmen, bu kadar çok acı ve sorunla yaşamak zorunda bırakılmış olmalarıdır.

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne taraf olan Türkiye, sözleşmenin çocuğun yüksek yararı, yaşama ve gelişme hakkı, katılım hakkı, ayrım gözetmeme, güvenli bir ortamda büyüme hakkı şeklinde temel ilkeler üzerinden belirlenen yükümlüklerinin büyük bölümünü yerine getirmediği gibi, çocuklara karşı işlenen suçlara karşı kalıcı çözümler üretmekten uzak durmaktadır. Oysa Çocuk Hakları Sözleşmesi devletleri, çocuk haklarına saygı duymaya davet etmekte ve onlara bu hakların korunması ve ihlal edilmemesi için çeşitli yükümlülükler yüklemektedir. Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocukların istismardan korunmasında öncelikli görevi devletlere vermesine rağmen, özellikle eğitim kurumlarında (okul, yurt, kurs, ev vb.) yaşanan çocuk istismarı vakalarının birinci dereceden sorumlularının siyasi iktidar ve MEB olduğu açıktır.

Bugünkü Türkiye tablosunun çocuklarımıza vaat ettiği geleceğin ne kadar tehlikeli ve karanlık olduğunu görmek için, son yıllarda çocuklarımıza yönelik olarak işlenen suçlara bakmak yeterlidir. Çocuklarımız eğitim biliminin evrensel ilkeleri üzerinden değil, dini kural ve referanslara göre eğitilmeye çalışılmaktadır. Düşünen, eleştiren, sorgulayan değil, düşünmeden, sorgulamadan yaşayan bir nesil yetiştirilmek istenmektedir. Türkiye’de çocuklarımızın karşı karşıya kaldığı vahim tabloyu değiştirmenin tek koşulu gerçek anlamda halkların egemenliğine dayalı, laik, demokratik ve bağımsız bir ülke mücadelesinin başarıya ulaşmasıdır.

Eğitim Sen olarak eşitliğin, özgürlüğün, barışın ve kardeşliğin egemen olduğu, tüm çocukların eğitim hakkından eşit koşullarda ve kendi anadillerinde yararlanabildiği, çocuk ve gençlerimizin gelecek kaygısı duymadan barış içinde kardeşçe yaşayabileceği, tek bir kişinin değil gerçek anlamda halkın egemen olduğu bir ülke için mücadelemizi kararlılıkla sürdüreceğimiz bilinmelidir.

Çocuklarımızın karşı karşıya olduğu tüm tehditlere, onların haklarına yönelik her türlü saldırıya ve yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, çocuklarımıza ve öğrencilerimize onurlu bir gelecek bırakmak için tüm gayretimizi seferber edeceğiz. Bu kararlılık ve inançla ‘23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutluyoruz.

17 Nisan 1940 yılında dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un önderliğinde kurulmasının ardından Türkiye’nin ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişiminde belirleyici bir rol oynayan Köy Enstitüleri’nin 80. kuruluş yıl dönümünü kutluyoruz.

Türkiye nüfusunun yüzde 80’inin köyde yaşadığı, ülke nüfusunun büyük bölümünün okuma yazma bilmediği bir dönemde, ‘Eğitim üretim içindedir’ şiarını ilke edinerek kurulan Köy Enstitüleri, üretime ve kalkınmaya yönelik öğrenimi temel alan önemli ve tarihsel bir deneyim olarak bilinmektedir.

Köy Enstitüleri kırsal yörede toplumsal, ekonomik ve kültürel kalkınmayı sağlamak; bu alanda ilgili gerekli insan gücünü yetiştirmek için kurulan temel eğitim kurumları olmuş, öğretmen yetiştirme sistemine yaptığı somut katkılar, aradan 80 yıl geçmiş olmasına rağmen unutulmamıştır.

Bugünün siyasi iktidarı tarafından hedef haline getirilen ve eğitim biliminin temeli olan karma eğitim sistemine dayanan Köy Enstitülerinde okutulan derslerin yüzde 50’si kültür, yüzde 25’i tarım ve yüzde 25’i de teknik derslerden oluşmuştur. Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen sadece bir ilkokul öğretmeni olmamış, aynı zamanda ziraatçilik, sağlıkçılık, duvarcılık, demircilik, terzilik, balıkçılık, arıcılık, bağcılık ve marangozluk konularında uygulamalı olarak öğrendiklerini öğrencilerine aktarmıştır.

Toplumcu bir anlayışla kurulan Köy Enstitüleri aynı zamanda tarım işlikleri ve sağlık ocakları olarak toplumsal işlevler görmüş, çeşitli tohum ve tarım araçlarının ilk denemeleri bu okullarda yapılmıştır. Türkiye’nin toplumsal yapısının oluşumuna çok değerli katkıları olan Köy Enstitüleri’nin eksikliği, özellikle günümüzde yakından hissedilmektedir.

Günümüzde öğrencilerin iktidar eliyle imam hatiplere, özel liselere ve meslek liselerine yönlendirildiği, büyük bölümü dini içerikli seçmeli dersleri seçmeye zorlandığı, öğretmenlerin angarya, baskı ve sınav kıskacına alındığı dikkate alındığında, Köy Enstitüleri’nin zengin ders içeriği, benimsediği öğretmen yetiştirme ve eğitim modelinin ne kadar önemli ve değerli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

Köy Enstitüleri’nin en önemli özelliklerinden birisi, günümüz Türkiye’sinin bir türlü kurtulamadığı eleştirmeyen, sorgulamayan, ezbere dayalı ve sınav merkezli eğitim sistemine değil, gerçek anlamda öğrenci merkezli, öğrencilerin yaparak ve yaşayarak öğrenme sürecini ilke edinen bir eğitim-öğretim ortamı yaratmayı hedeflemiş olmasıdır. Bugün yaşanan olağanüstü dönemde eğitimde aklın ve bilimin egemen olduğu, demokratik öğrenme ve öğretme ortamlarının hazırlandığı Köy Enstitüsü modelinin eğitimdeki ihtiyacı bir kez daha kendini hissettirmektedir. Ayrıca;  Köy Enstitülerinin kuruluşunun üzerinden 80 yıl gibi uzun sayılabilecek bir süre geçmiş olmasına, dönemin zor koşullarındaki eğitimin niteliği ile günümüz Türkiye’si arasında olumsuz anlamda çok büyük farklar olması düşündürücüdür.

Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu zorlu koşullar ve uluslararası dinamiklerin etkisi sonucunda Köy Enstitüleri soğuk savaş politikalarına kurban edilip kısa süre içinde kapatılmıştır. Köy Enstitülerinin kapatılmasını takip eden süreçte, özellikle 1950’li yıllarda bu önemli eğitim deneyimi önce yatılı öğretmen okullarına, ardından yatılı okullara, sonra da normal lise eğitimine yayılarak zaman içinde işlevsiz hale getirilmiş ve hızla etkisizleştirilmiştir.

Köy Enstitüleri’nin kapatılması, Türkiye’nin çağdaş, laik ve bilimsel değerlerle buluşması ve aydınlanma sürecinin ciddi anlamda kesintiye uğramasına neden olmuştur. Geçmişte Köy Enstitüleri’ni kapatan ve yarattığı tüm olumlu izleri silmeye çalışanlar, bugün laik bilimsel eğitime savaş açarak, karma eğitim uygulamalarını kaldırmak isteyerek eğitim sistemini dinselleştirmeyi ve ticarileştirmeyi hedeflemekte, eğitim sistemini iktidarın ideolojik hedefleri doğrultusunda biçimlendirmek istemektedir.

80. yılını kutladığımız Köy Enstitüleri’nin ilerici, demokrat ve aydınlanmacı geleneğine sahip çıktığımızı ifade ediyor, Köy Enstitülerinde olduğu gibi, toplumcu eğitim felsefesinin, aklın, bilimin, demokratik öğrenme ve öğretme ortamlarının tüm eğitim sistemimize egemen olması için mücadelemizi sürdüreceğimizin bilinmesini istiyoruz.

 

EĞİTİM SEN MERKEZ YÜRÜTME KURULU

8 Nisan 2020 tarihinde siyasi iktidar TBMM Başkanlığına bir kanun teklifi sunarak vakıf üniversitelerinin işleyişinden öğretim görevlilerine ders verdirilmesine; araştırma görevliliğine atanma koşullarından 2547 sayılı yasadaki disiplin hükümlerine kadar oldukça geniş bir alanda düzenleme yapmak istemektedir.

Karşı karşıya olduğumuz pandemi tehdidine karşı mücadelenin öncelikli kılınması gereken bir dönemde, siyasi iktidarın adeta krizi fırsata çevirerek akademik tasfiyeyi sürdürme derdinde olması, egemenlerin sadece üniversitelere değil toplumun geleceğine dair bakış açısını da gözler önüne sermektedir.

Üstelik yapılmak istenen düzenlemenin kimi maddeleri, geçmişte “Ben yaptım oldu” tavrıyla yapılan düzenlemelerin Anayasa Mahkemesi’nden dönmesi nedeniyle gerçekleştirilmek istenmektedir. Ancak yine aynı yöntem ve bakış açısıyla, aynı hedef ve amaçlar güdülerek bu süreç yürütülmektedir. Şöyle ki;

  • Taslağın 16.maddesi araştırma görevlilerinin kadroda bulunma süresine dairdir. Bilindiği üzere sendikamız olağan istihdam biçiminin 33/a kadrosu olduğunu ve 50/d atamalarının araştırma görevlisi istihdamında temel istihdam biçimi olmaması gerektiğini savunmaktadır. Ancak yıllardır söz konusu ikili bir ayrımla adeta bir asistan kıyımı yaşanmıştır. Halen üniversitelerde ilişik kesme işlemleri sendikamızın kazandığı yargı kararlarına rağmen sürmektedir. 1/1/2018 tarihinden bu yana 33/a ataması zaten YÖK kararıyla yapılmamaktadır. Taslakla, yüksek lisansını bitirmiş ancak doktoraya başlamamış araştırma görevlilerine en fazla 6 ay daha kadroda bulunmak hakkı getirilmektedir. Şüphesiz ki bu düzenleme kimi mağduriyetlerin önüne geçecektir, ancak araştırma görevlilerinin temel taleplerini karşılamadığı gibi oldukça yetersiz bir düzenlemedir.
  • Taslağın 19.maddesiyle, açık öğretim hizmeti veren yükseköğretim kurumlarının döner sermaye gelir fazlalarının yüzde 80’inin YÖK’e aktarılması öngörülmektedir. Bu durum tamamen üniversitelerin özerkliğine aykırıdır.
  • Taslağın göze en fazla çarpan kısmı ise disiplin hükümlerinin düzenlendiği bölümdür. Disiplin hükümlerinde yapılmak istenen değişiklere göre;
  1. Üniversitelerin kurumsal özerliklerinin bulunduğu ve kolektif üretim alanları olduğu gerçeği yok sayılarak, idari ve teknik personel 657 sayılı yasanın disiplin hükümlerine tabi kılınmış, 2547 sayılı yasanın disiplin hükümleri sadece öğretim elemanları için düzenlenmek istenmiştir. Sendikamız yıllardır disiplin hükümleri yerine üniversite bileşenlerinin tamamını kapsayan ortak yaşam ilkelerini önermektedir. Ancak her konuda olduğu gibi siyasi iktidar yükseköğretimin kolektif niteliğini yok saymakta, disiplini suç ve ceza ikiliğine indirgemeyi sürdürmektedir. Halbuki üniversitelerdeki idari ve teknik personel, görevlerinin mahiyeti ve istihdam edildikleri üniversitenin kurumsal özerkliği nedeniyle söz konusu iki yasa arasında sıkışıp kalmıştır. Bu duruma, siyasi iktidarın yükseköğretim alanındaki idari, teknik personeli ve haklarını yok sayan politikaları eklendiğinde sorunların derinleşeceğine şüphemiz yoktur.
  2. Öğretim elemanları için getirilmek istenen disiplin hükümleri, üniversitelerdeki baskıcı ve yasakçı çalışma ortamını güçlendirdiği gibi giderek cılızlaştırılmış akademik özgürlüğü de tehdit etmektedir. Örneğin, getirilmek istenen “Kamu Görevinden Çıkarma Cezası” için sayılan fiiller içerisinde “Terör örgütlerinin propagandasını yapmak, bu örgütlerle eylem birliği içerisinde olmak veya yardım etmek, kamu imkân ve kaynaklarını bu örgütleri desteklemeye yönelik kullanmak ya da kullandırmak” ifadesi yer almaktadır. Barış talep ettikleri için akademisyenlerin karşılaştığı dayatmalar ve hukuksuzluk ortadadır. Anayasa Mahkemesi’nin barış imzacılarının düşünce ve ifade özgürlüğünü kullandığı yönünde karar vermesinin ardından bu kararı tanımayacağını deklere eden üniversite yönetimleri de hafızamızdaki yerini korumaktadır. Bu nedenle, ceza hukukunda özel olarak düzenlendiği, özel mahkemelerce bu suçun yargılanmasının amaçlandığı ve ceza verildiği durumda zaten kamu görevini sürdürme koşullarının ortadan kalktığı bir fiili, disiplin mevzuatında tarif etmek kelimenin tam anlamıyla bu düzenlemenin kötüye kullanılmasına ve akademik tasfiyeye izin vermek anlamına gelmektedir. Aynı şekilde “Üniversite öğretim mesleğinden çıkarma cezası gerektiren fiiller” arasında “Özürsüz veya izinsiz olarak bir yılda toplam 20 gün göreve gelmemek” gibi akademisyenliği memuriyete indirgeyen, kötü niyetli biçimde devam çetelesi tutulmasına neden olacak bir düzenlemeye gidilmektedir. Çünkü dersi olmayan, akademik araştırmaları nedeniyle kütüphane vb yerlerde araştırmalarını sürdüren her akademisyenin iş yerine gelmesi sağlanmak istenmektedir. Liyakatsiz, kayırmacılığı ilke edinmiş yöneticilerin var olduğu gerçeği gözetilirse söz konusu düzenleme çok ağır hak ihlallerine ve sonuçlara neden olacaktır. Benzer bir durum “Kademe ilerlemesinin durdurulması veya birden fazla ücretten kesme” cezasını gerektiren fiiller arasında sıralanan “Gerçeğe aykırı rapor ve belge düzenlemek“ ve “Görevi gereği öğrendiği ve gizli kalması gereken bilgi ve belgeleri açıklamak” için de geçerlidir. Söz konusu eylemler nedeniyle verilebilecek cezalar, bugüne kadar çokça deneyimlediğimiz şekilde akademik özgürlüğü ortadan kaldırmanın aracına dönüşme tehdidini getirmektedir. Gerek Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun gerekse Dr. Bülent Şık’ın halk sağlığını tehdit eden olgulara ilişkin hazırladıkları raporların suç sayıldığı ve her iki bilim insanı hakkında davalar açıldığı akıldan çıkarılmamalıdır. Üstelik, gerçeğin ve gizli kalması gereken bilgi, belgelerin ne olduğuna karar vermek isteyenlerin muktedirler olduğu, haliyle kendi görmek ve duymak istediklerini gerçeklik olarak tarif etme arzusuna sahip oldukları da unutulmamalıdır.

Bilinmelidir ki üniversiteler baskıların, yasakların değil, akademik özgürlüğün ve demokrasinin mekânları olmalıdır. Hatırlatmak isteriz ki 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 4. maddesinde; “öğrencilerini, hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı vatandaşlar olarak yetiştirmek” yükseköğretimin temel amaçları arasında sayılmıştır. Özgür ve bilimsel düşünce gücüne sahip olması engellenen veya düşüncelerini açıkladığı için ceza tehdidi ile karşı karşıya bırakılan bir öğretim üyesinin; öğrencilerini özgür ve bilimsel düşünce gücüne sahip bireyler olarak yetiştirmesi beklenemez. Akademik özgürlüğün, üniversitenin işlevinin gerçekleştirilebilmesi için, öğretim üyelerinin yetkililere veya belirli siyasi gruplara rahatsızlık vermesi pahasına, fikir, bilgi ve olguları iletme haklarının baskı altına alınmaması, işlerini kaybetme gibi bir müeyyide ile karşılaşmamaları gerekir. Akademik ifade özgürlüğü, Anayasa’nın 27’nci maddesinde “Herkes, bilimi (…) serbestçe  açıklama (…) özgürlüğüne sahiptir.” şeklinde düzenlenmiştir.

Ayrıca Eğitim Sen olarak, üniversitede yaşamı/ilişkileri düzenleyen kuralların güvenlik ve disiplin sorununa indirgenerek suçlar ve cezalar ikilemine sıkıştırılmasını reddettiğimizin de bilinmesini istiyoruz. Bu kapsamda tüm üniversite bileşenlerinin hakları, özgürlükleri, sorumlulukları ile kurumun yükümlülüklerini belirttiğimiz ve “Ortak Yaşam İlkelerimiz” başlığıyla duyurduğumuz ilkeler doğrultusunda bir perspektif geliştirilmesinin, üniversiteyi ve özgür bir öğrenme iklimini var edebilmek için hayati olduğunu bir kez daha ifade ediyoruz. Bu nedenle söz konusu yasa taslağının geri çekilmesini, yaşamın her alanında demokratik, katılımcı, adil, eşitlikçi ve özgürlükçü bir atmosferin tesis edilmesini istiyoruz.

Zor bir haftayı daha geride bıraktık. Dün gece (10 Nisan 2020) saat 22.00 civarında 31 ilde hafta sonu için, iki günlük sokağa çıkma yasağının ilan edilmesi ile salgınla ve salgınla mücadele ile ilgili yeni tartışmalar başladı. Tartışma başlıklarından ilki, kriz yönetimi ve salgınla mücadelede siyasi iktidarın süreci yönetmesi ile ilgili olanıdır. Sokağa çıkma yasağının başlamasına iki saat kala yasağın duyurulması ve bunun sonucunda marketlerde, fırınlarda oluşan yoğunluğun salgınla ilgili olası sonuçlarını önümüzdeki dönemde göreceğiz. Ancak, süreci yönetenlerin bu konuda ciddi bir özeleştiri vermesi ve sorumluların bir açıklama yapması gerekmektedir. Halkımızı sokağa çıkarak ihtiyaçlarını almaya çalıştığı için eleştirmek doğru değildir. Bizce doğru olan, sokağa çıkma kararını plansız ve hazırlıksız şekilde yaşama geçirenlerin eleştirilmesi ve bunun nedenlerinin sorgulanmasıdır. Yapılması gereken, Belediye yönetimlerine dahi haber verilmeden uygulanmaya çalışılan sokağa çıkma yasağının, istenen sonuçları vermek yerine yeni mağduriyetler oluşturma olasılığına dikkat çekmektir.

İkinci önemli konu da, salgının yayılma hızının kamu yönetimini iki günlük dahi olsa, sokağa çıkma yasağını,  almak durumuna getirmiş olmasıdır. Sendikalar, kitle örgütleri, meslek birlikleri, odalar, kimi siyasi partiler ve en önemlisi bilim insanları haftalardır genel bir izolasyon sağlanması gerekliliğine vurgu yaparak, siyasi iktidarı zorunlu işler dışındaki işleri durdurmaya çağırıyordu. Üretimin devamı için genel bir karantinayı ısrarla uygulamayan siyasi iktidarın, sokağa çıkma yasağı kararı almasının salgınla ilgili gelinen aşamanın ciddiyetinden kaynaklı olduğunu düşünmekteyiz. Bu nedenle, Eğitim Sen Merkez Yürütme Kurulu, siyasi iktidarı bugünden başlayarak zorunlu işler dışındaki tüm işleri durdurmaya ve genel bir izolasyon kararı için gerekli önlemleri almaya çağırmaktadır.

TBMM’de görüşmeleri devam eden “İnfaz Yasası” ve siyasi iktidarın çıkarmaya hazırlandığı torba kanunlarla ilgili görüşlerimizi kamuoyu ile paylaşmıştık. Hafta boyunca, siyasi görüşü, düşüncesi, yaptığı haberlerden dolayı cezaevlerinde olanları kapsamayan infaz kanununun olumsuz sonuçlarına dikkat çekmeye çalıştık. Siyasi iktidarın, salgına karşı mücadele yerine, muhalefeti kontrol altına almayı amaçlayan ve sermayenin gereksinimlerini karşılayan yasa önerileri bizleri şaşırtmadı. Ancak şaşırmamamızın,  bu tasarıları kabulleneceğimiz ve bunlara karşı mücadele etmeyeceğimiz anlamına gelmediğini belirtmemiz gerekmektedir.

Eğitim Sen, bu zor dönemden ancak toplumsal dayanışma ile çıkılabileceğini düşünmekte ve attığı her adımda, aldığı her kararda geride kimsenin kalmamasına; kimsenin yalnız bırakılmamasına özen göstermektedir. Eğitim Sen, bu süreçte ihraç edilmiş arkadaşlarımız başta olmak üzere, emekli, yalnız yaşayan, hasta ve bize ihtiyacı olan tüm üyelerimizin yanında olacaktır. Eğitim Sen, bu zor süreçten en olumsuz şekilde etkilenebilecek kesim olan öğrencilerimiz elini uzattığında, o eli tutmak için orada olacaktır. Genel merkezimiz, şubelerimiz, temsilcilerimiz ve üyelerimizle bu zor sürecin aşılması için dayanışmayı büyütmeye geliyoruz.

EĞİTİMDE GEÇEN HAFTA

  1. Öğretmenlerin, eğitim aracı olarak belirlenmemiş araçları kullanmaya zorlanması başta olmak üzere, uzaktan eğitimle ilgili tartışmalar hafta boyunca devam etti. Eğitim Sen, öğretmenlerin ders aracı olarak belirlenmemiş canlı sınıf uygulamalarını kullanmaya zorlanamayacağını açıklayarak, bu konuda ısrara devam eden eğitim yöneticilerine karşı yasal haklarımızı kullanacağımızı belirtti.
  2. Öğretmenlerin istekleri dışında ve uzmanlık alanlarına uygun olmayan şekilde “Vefa Destek Gruplarında” görevlendirilmelerine devam edilmektedir. Bu durum, toplumsal fayda üretmediği gibi, arkadaşlarımızın sağlığı açısından da risk oluşturmaktadır. Eğitim Sen valiliklerin bu konuda ısrarının devam etmesi durumunda yasal ve sendikal haklarını kullanacaktır.
  3. TBMM’ye verilen bir kanun teklifi ile öğretmenlerin yaz tatillerinin kısalması gündeme gelmiştir. Yasadan doğrudan etkilenen öğretmenler ve sendikaları ile tartışmadan bir kanun hazırlanmasını demokratik bulmamaktayız. Ayrıca, bizim açımızdan öncelik çocuğun üstün yararıdır. Bu nedenle, Eğitim Sen, eğitim alanında, telafi eğitimi de dahil, acil olarak yapılması gerekenleri belirlemek için konunun tarafı olan tüm kesimlerin bir araya gelmesini önermektedir.
  4. Öğretmenlere ek ders ücreti ödememek için MEB tarafından alınan 28 Mart 2020 kararlarının yürütmesinin durdurulması ve iptali için Danıştay’a dava açtık. Söz konusu kararları, öğretmenlerin ekonomik haklarını sınırlandırdığı ve daha da önemlisi toplu sözleşmeyle edinilmiş bir hakkın kullanımını engellediği için kabullenmemiz mümkün değildir.
  5. Ücretli öğretmenler ve usta öğreticilerin ücret kayıplarının karşılandığına dair bir algı oluşturulmuş olsa da, gerçekte arkadaşlarımızın yaşadığı mağduriyetler devam etmektedir. Alınan karara göre, arkadaşlarımıza yapılan ödemeler okullar açıldığında yapılacak telafi eğitimi içindir. Eğitim yöneticilerinin bu durumla ilgili arkadaşlarımıza taahhütname imzalatması kabul edilebilir bir durum değildir. Ücretli öğretmenler ve usta öğreticiler, aynı diğer öğretmenler gibi, ücretli idari izinli sayılmalıdır.
  6. Ocak-2020 dönemi olarak ataması yapılan 20.000 öğretmen arkadaşımızın görev başlamak için bekleyişi devam ediyor. Eğitim Sen, MEB’e arkadaşlarımızın bir an önce göreve başlatılması için çağrıda bulundu. Konuyu takip etmeyi sürdüreceğiz.
  7. Haziran-2020 dönemi olarak sadece 20.000 öğretmen atamasının yapılması yeterli değildir. Gereksinim kadar atama yapılması ve alanlara göre kontenjanların gerçek duruma ve gereksinime göre yeniden belirlenmesi gerekmektedir.
  8. Eğitim alanında çok sayıda kesim bu süreçte mağdur oldu. Bu kesimlerden biri de PİKTES öğretmenleridir. Arkadaşlarımızın sorunlarının çözümü için MEB’in acil önlem alması gerekmektedir.
  9. Yükseköğretim alanında sözleşmeli olarak çalışan canlı model arkadaşlarımıza üniversitelerin kapalı olduğu dönem için ücret ödemesi yapılmamaktadır. Sorunun çözümü için YÖK’ün gerekli girişimleri yapması ve adım atılmasını sağlaması gerekmektedir.
  10. Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerinde görev yapan öğretmen ve diğer çalışan arkadaşlarımızın yaşadığı mağduriyet devam etmesine rağmen, MEB konuyu bir türlü gündemine almamaktadır. Bu merkezlerin kamulaştırılması talebiyle başlatılan imza kampanyasını desteklediğimizi ve kamulaştırma talebinin gündeme alınması gerektiğini düşünmekteyiz.
  11. Sınavla Öğrenci Alacak Ortaöğretim Kurumları Sınavı ve Uygulama Kılavuzu yayınlandı ve dün (10 Nisan 2020) öğrencilerin başvurusu elektronik ortamda MEB tarafından yapıldı. Kontenjanlarda kısmi bir artış yaşansa da, 8. sınıftan 9. sınıfa geçecek öğrenci sayısı dikkate alındığında, yerleştirmede ciddi sorunlar yaşanacağı açıktır. Bu sorunun çözümü, var olan geçiş sistemi iyileştirilerek yapılamaz. Tüm öğrencilerin ilgi ve yeteneğine dayalı tercih ettiği okul türünde ve okulda eğitim alma hakkını esas alan bir sistem ancak sorunları çözebilir.
  12. Üniversitelerin gerekli sağlık önlemlerini almadan bilim emekçilerini çalışmaya zorlaması kabul edilebilir bir durum değildir. Rektörlükler gerekli önlemleri acilen almalıdır.
  13. KESK’e bağlı Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) tarafından sağlık emekçilerinin talepleri ile ilgili başlatılan imza kampanyasını sahipleniyor, desteklenmesi çağrısı yapıyoruz.

Kamuoyuna Saygıyla Sunulur

EĞİTİM SEN MERKEZ YÜRÜTME KURULU

Bilindiği gibi Milli Eğitim Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü’nün 13.03.2020 gün ve 5497866 sayılı yazısıyla Koranavirüs salgını nedeniyle bakanlığa bağlı her derece ve türdeki örgün ve yaygın eğitim kurumları 16-27 Mart 2020 tarihleri arasında tatil edilmiş, yönetici ve öğretmenlere idari izin verilmiş, bakanlığa bağlı her derece ve türdeki örgün ve yaygın eğitim kurumlarında görev yapan yönetici ve öğretmenlerin 23-27 Mart 2020 tarihlerinde üzerlerinde bulunan ders, varsa ek ders, ders niteliğinde yönetim, hazırlık ve planlama görevlerini yapmış sayılmaları gerektiği belirtilmiştir.  Ancak Milli Eğitim Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü “Bazı Eğitim Faaliyetlerinin Durdurulması” konulu 28.03.2020 gün ve 5964251 sayılı yazısıyla hukuki durum ve koşullar değişmediği halde Koranavirüs salgını nedeniyle alınan tedbirler kapsamında rutin müfredat kapsamında yürütülmekte olan ders görevleri dışındaki ders görevleri(Milli Eğitim Bakanlığı Yönetici ve Öğretmenlerinin Ders ve Ek Ders Saatlerine İlişkin Kararın 8.maddesi kapsamında yapılan ilave ek ders görevleri, destekleme ve yetiştirme kursları, ilkokullarda yetiştirme programları, evde eğitim hizmetleri, destek eğitim odası uygulamaları, öğrenci sosyal ve kişilik hizmetleri, planlama ve bakım ve onarım görevi, işletmelerde meslek eğitimi, belleticilik görevi, ders dışı eğitim çalışmaları, hizmet içi eğitim, kurul ve komisyon üyeliği ve benzeri eğitim faaliyetleri ile tam gün tam yıl eğitim, ikili öğretim) uygulamalarının 28 Mart 2020 tarihinden itibaren 2020-2021 öğretim yılının başladığı 1 Eylül 2020 tarihine kadar durdurulduğu, bu itibarla eğitim kurumu yöneticileri ve öğretmenler bakımından yapılmış sayılacak ek ders görevlerinde 28 Mart 2020 tarihinden itibaren yukarıda belirtilen eğitim faaliyetlerine yer verilmeyeceği ifade edilmiştir. Bu işlemle 01.09.2019 gün ve 30875 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Kamu Görevlilerinin Geneline ve Hizmet Kollarına yönelik Mali ve Sosyal Haklara İlişkin 2020 ve 2021 yıllarının kapsayan Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nun 28.08.2019 tarihli ve 2019/1 sayılı kararının “Eğitim, Öğretim ve Bilim Hizmet Koluna İlişkin “Mali ve Sosyal Haklar” bölümünün “Ders görevinin yapılmış Sayılacağı haller” başlıklı 2.maddesi ihlal edilmektedir. Her ne kadar Milli Eğitim Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü 01.04.2020 gün ve 6084632 sayılı yazıyla dava konusu işlemle yapılmış sayılacak ders görevlerinden çıkardığı planlama ve bakım ve onarım görevi, işletmelerde meslek eğitimden kaynaklı tekrar bu kapsama almışsa diğer ders görevleri açısından öğretmenlerin mağduriyeti ortaya çıkacaktır. Bu nedenle sendikamız Milli Eğitim Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü “Bazı Eğitim Faaliyetlerinin Durdurulması” konulu 28.03.2020 gün ve 5964251 sayılı işleminin iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle Danıştay’a dava açmıştır. Sendikamız salgının faturasının eğitim emekçilerine çıkarılmasına, toplu sözleşme kazanımlarının yok sayılmasına izin vermeyecektir.

Zor bir haftayı geride bıraktık. Yaşamlarını ortaya koyarak bizleri yaşatmak için mücadele eden sağlık çalışanlarını, çok değerli bilim insanlarını yitirmenin açısı kapladı içimizi. Cemil hocayı yıldızlara uğurlarken, onun şahsında tüm yitirdiklerimizin anıları önünde saygıyla eğildiğimizi bir kez daha ifade ederiz. Geride bıraktığımız haftada sağlık emekçilerinin ve alanın uzmanlarının uyarılarının dikkate alınmamasına, önerilerinin yaşama geçirilmemesine olan tepkimizi dile getirmeye çalıştık. Görünen o ki, bu konuda ısrarımızı sürdürmek gibi tarihi bir sorumluluğa sahibiz.

Bu hafta, KESK, DİSK, TMMOB ve TTB tarafından kamuoyunda farkındalık geliştirmek, siyasi iktidara ve karar alıcılara uyarılarımızı ve önerilerimizi iletmek üzere “7 Acil Önlem” metni açıklandı. Yapılan önerileri sahiplendiğimizi ve bunların yaşama geçirilmesi gerektiğini ifade ettik.

Geçtiğimiz hafta çokça tartıştığımız konulardan biri de infaz yasasında yapılacak olan değişiklik oldu. İnfazda eşitlik ve adalet sağlanması gerektiğine dikkat çekerek, gazetecilerin, siyasi görüşünden ve düşüncesinden dolayı cezaevlerinde olanların, mutlaka kapsam içerisine alınması gerektiğinin altını ısrarla çizmeye çalıştık.

Bu hafta bazı belediyeler tarafından başlatılan yardım kampanyalarının durdurulması ve siyasi iktidarın düzenlediği yardım kampanyasına çalışanların çeşitli yöntemlerle bağış yapmaya zorlanmasını tartıştık. Hafta boyunca yardım kampanyalarına katılımın isteğe bağlı olduğunu, bağış yapma veya yapmamaya kimsenin zorlanamayacağını anlattık. Dilimiz döndüğünce, eşitlerin gönüllü birlikteliği olan dayanışmayı en iyi bilenlerin ezilenler ve emekçiler olduğunu ifade etmeye çalıştık. Bu hafta ayrıca, HSK genel kurulu tarafından “6284 sayılı kanun kapsamında verilen tedbir kararlarının hükümlülerin korona virüs kapsamında sağlığını tehdit etmeyecek şekilde değerlendirilmesi gerektiğine” karar verildi. Bu kararı kabul etmediğimizi ve etmeyeceğimizi yüksek sesle ifade ettik.

EĞİTİMDE GEÇTİĞİMİZ HAFTA

  1. 28 Mart 2020 tarihinde MEB, öğretmenlere ek ders ödenmemesi için, bazı faaliyetleri 1 Eylül 2020 tarihine kadar durdurduğunu açıkladı. Bu durum, meslek liselerinde çalışan meslek dersleri öğretmenleri başta olmak üzere, tüm öğretmenleri mağdur ettiği için kamuoyunda yoğun bir tepki ile karşılandı. MEB, eğitim kamuoyunda oluşan yoğun tepkinin ardından bu konuda geri adım atarak, 01 Nisan 2020 tarihinde yeni bir yazı yayınladı ve durdurulan bazı  faaliyetleri bu kapsamdan çıkararak, kısmi de olsa meslek lisesi öğretmenlerinin yaşadığı mağduriyeti gidedi. Eğitim Sen, 28 Mart 2020 tarihli kararı öğretmenlerin haklarını sınırlandırması ve daha da önemlisi toplu sözleşme sonucunda edinilen hakların kullanımını engellediği için kabul etmemekte ve geri çekilmesini istemektedir. Kısa bir süre içerisinde, bu konu ile ilgili yasal haklarımızı kullanacağımızı kamuoyunun bilgisine sunarız.
  2. Okulların kapanmasının ardından, ücretli öğretmenler ve usta öğreticiler ekonomik olarak sorun yaşamaya başlamış ve başta sendikamız olmak üzere çeşitli kesimler sorunun çözümü için MEB ve ilgili kurumlara çağrılarda bulunmuştu. 1 Nisan 2020 tarihinde sorunun MEB ile Hazine ve Maliye Bakanlıkların birlikte çalışması sonucunda çözüldüğü açıklanmıştı. Ancak, dün (03 Nisan 2020) konu ile ilgili kararın Resmi Gazete’de yayınlanması ile birlikte alınan karar ve kamuoyuna açıklanan bilginin aynı olmadığının farkettik. Alınan karar, okullar açıldığında yapılacak olan telafi eğitimi için ödenecek ek ders ücretlerinin önceden ödenmesinden başka bir şey değilmiş. Eğitim Sen, MEB’e ücretli öğretmenler ve usta öğreticilerinde idari izin kapsamına alınması ve ücretli izinli sayılması çağrısını yinelemekte ve konunun takipçisi olacağı bilgisini kamuoyuna sunmaktadır.
  3. OHAL İşleri İnceleme Komisyonu, bir açıklama yaparak sonuçlanan ve incelemesi devam eden dosyaların sayısını kamuoyu ile paylaştı. Eğitim Sen üyelerinin başvurularının sonuçlanma oranının düşüklüğünü özel bir tercihin sonucu olarak yorumlamaktayız. Eğitim Sen, ihraç üyelerimizin yaşadığı mağduriyetin sonlanması ve arkadaşlarımızın acilen görevlerine iade edilmesi çağrısını yinelemektedir.
  4. Öğretmenlerin ve diğer eğitim emekçilerinin istekleri, görev tanımları dışında ve uzmanlık alanlarına uygun olmayan işlerde görevlendirilmesi bu hafta da devam etmiştir. İstek dışı, görev tanımına ve uzmanlık alanına uygun olmayan işlerde görevlendirilme yapılmaması çağrımızı bir kez daha kamuoyu ile paylaşırız.
  5. Yardım kampanyalarına katılımın gönüllü olup, kimsenin bağış yapmaya veya yapmamaya zorlanmaması gerekmektedir. Ancak, her kademedeki eğitim yöneticilerinin, bu konuda çeşitli yöntemleri kullanarak, çalışanları bağış yapmaya zorladıkları bilgisi hafta içerisinde gelmeye devam etti. Eğitim Sen, bu konunun takipçisi olacak ve yasal haklarını kullanacaktır.
  6. Bu haftada ücretsiz izinden göreve dönmek isteyenlerin başvurularına olumsuz yanıtlar verilmeye devam etti. İzne ayrılmak ve geri dönmek çalışanların ilgili mevzuatla düzenlenmiş haklarıdır. Bu hakların kullanımının, salgınla mücadeleyi zaafa uğratacağı gerekçesiyle reddedilmesini anlamamız ve kabul etmemiz mümkün değildir. Eğitim Sen, eğitim yöneticilerine çalışanların haklarını kullanmalarını engellememe çağrısını yinelemektedir.
  7. Genel merkezimize, uzaktan eğitim ve EBA uygulamalarının çalışanlar üzerinde baskı aracı olarak kullanıldığına dair çok sayıda bilgi ulaşmaya devam ediyor. Bu dönemde öğretmenlerin ve öğrencilerin motivasyonunu artırmak ve desteklemek yerine sürekli izlendikleri ve kontrol altında olduklarını hissettirecek, düşündürecek uygulamalardan özenle kaçınmak gerekmektedir. Öğretmenler görevlerini en zor koşullarda dahi, çocuğun üstün yararını gözeterek yapmış ve yapmaya da devam edecektir.
  8. YÖK tarafından verilen “kayıt dondurma” hakkının gerekçesi olarak, kimi  öğrencilerin  internet bağlantısı bulmakta veya bilgisayar edinmekte güçlük çekmesinin, eşitsizliği meşrulaştırdığı için kabul edilemez bulduğumuzu açıkladık. Eğitim Sen YÖK’e düşen görevin öğrencilerin gereksinimlerini karşılamak olduğunu düşünmektedir.
  9. Ocak-2020 dönemi olarak ataması yapılan 20.000 öğretmen arkadaşımız hala göreve başlatılmadığı için mağdur olmaktadır. Bu hafta, arkadaşlarımızın bir an önce göreve başlatılması çağrısını yaptık. Konuyu takip edeceğimizin kamuoyu tarafından bilinmesini isteriz.
  10. Özel öğretim kurumlarında çalışmakta olan arkadaşlarımızın yaşadığı sorunlar artarak devam etmektedir. İşten çıkarmalar ve yarı ücretle çalışmaya zorlama en yaygın karşılaşılan durumlardır. MEB’in bu konuda hızla önlem alması artık kaçınılmaz hale gelmiştir. MYK’mız MEB’i bu konuda adım atmaya çağırmakta ve konuyu takip edeceğini ifade etmektedir.
  11. Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerinde çalışan 32.000 öğretmen ve toplamda 60.000 civarında çalışanın hakları ve geleceği adeta işverenin insafına bırakılmış durumdadır. Arkadaşlarımız ısrarla sorunlarını ifade etmeye, ilgili kurumlara seslerini duyurmaya çalışmasına rağmen, maalesef bir türlü sorunları gündeme gelmemektedir. MYK’mız arkadaşlarımızın, çalıştıkları kurumların kamulaştırılmasına dönük taleplerini anlamlı, tartışmaya değer ve uygulanabilir bulmaktadır.

Kamuoyuna Saygıyla Sunulur…

 

EĞİTİM SEN MERKEZ YÜRÜTME KURULU