Türkiye Cumhuriyeti`nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk`ün ölümünün üzerinden 75 yıl geçti. Atatürk`ün 10 Kasım 1938`de hayata gözlerini yumduğu günden bu yana dünya üzerinde yaşanan gerginlik ve savaşlar durmaksızın devam ediyor.
AKP iktidarı, bugün üstlendiği emperyalizmin taşeronluğu rolüne, yaratmak istediği tek tip toplum düzenine, kadınının ve erkeğin toplumsal yaşamda ayrıştırılmasını emreden gericiliğe karşı emeğin, eşitliğin ve özgürlüğün ülkesini kurmak için direnenlere saldırmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk`ün "Yurtta Barış, Dünyada Barış!" anlayışını yok sayan AKP; her fırsatta "Yurtta Savaş, Dünyada Savaş!" politikası doğrultusunda hareket etmektedir. Mustafa Kemal Atatürk`ün hem yurtta hem de dünyada barış savunusu, dün olduğu gibi bugün de güncelliğini korumaktadır.
Eğitimde ve bilimde ırkçı-gerici girişim ve uygulamaların etkisini arttırdığı, eğitim sisteminin pek çok yönden kuşatma altına alındığı günümüz koşullarında, hayatı boyunca aydınlanmadan ve bilimden yana tutumuyla öncü rol oynamış olan Mustafa Kemal Atatürk`ü ölümünün 75. yılında saygıyla anıyoruz.
Şube Yürütme Kurulu
Adana Kadın Platformu "Devlete ve Duvarlarına Hepimiz için dur diyen Ayşe GÖKKAN'ın Yanındayız". Konulu basın açıklamasını Adana Kadın Platformu adına Eğitim Sen Adana Şube Kadın Sekreteri Esra Arslan Kösele gerçekleştirmiştir.
Eğitim Sen Adana Şube tarafından düzenlenen Eğitim çalışması 02 Kasım Cumartesi günü Adana öğretmenevinde gerçekleştirilmiştir.
Eğitim çalışmasında,
Eğitim Sen Genel Merkez eğitim uzmanı Dr. Erkan AYDOĞANOĞLU’nun “Eğitimde Güncel Sorunlar”, “İşyeri Temsilciliğinin Önemi, Görev ve sorumlulukları”, Ç.Ü. Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Mediha SARI’nın “Okulda Demokrasi Kültürü” ve Ç.Ü. Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi Andaç ÇUHADAR’ın “Demokrasi ve Demokratik Okul” konu başlıklarında gerçekleştirilen sunumlarla tamamlanmıştır.
Eğitime emeği geçen ve katılan tüm arkadaşlarımıza teşekkür ederiz.
Şube Yürütme Kurulu
Dünya Öğretmenler Günü’nün önemi, uluslararası öğretmen örgütlerinin katkılarıyla 5 Ekim 1966 tarihinde ILO ve UNESCO tarafından “Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiye Kararı”nın alınmış olmasıyla başlamıştır. Bu belge Türkiye tarafından kabul edilmesine karşın, Türkiye’de öğretmenlerin hak ettiği ilgi ve değeri gördüğünü, taleplerinin karşılandığını söylemek mümkün değildir.
5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü, klasik anlamda sadece öğretmenler için “kutlanan” bir gün olmaktan çok, tüm eğitim ve bilim emekçilerinin uluslararası alanda birlik, dayanışma ve örgütlü mücadelesinin simgesi olarak kabul edilmektedir.
Bizler biliyoruz ki eğitim süreci bir bütündür. Bu bütünün içinde öğretmenlerin sorunu öğrencileri, öğrencilerin sorunları ise biz öğretmenleri yakından ilgilendirmektedir. Bu nedenle, tüm uyarılarımıza rağmen AKP’nin “ben yaptım oldu” diyerek yürüttüğü eğitim politikalarının acı bedellerinin unutulmasını ve yeni ölümleri engellemek istiyoruz. Okulların fiziksel ve altyapı yetersizliklerini gidermeyen, çocukların kullanımına uygun güvenli okul alanları üretmeyen ve okulları ticarethane olarak gören Milli Eğitim Bakanlığı’nın söz konusu politika ve uygulamalarının, bugüne kadar 30`u aşkın çocuğun hayatını kaybetmesine neden olduğu gerçeğinin görülmesini istiyoruz. Dolayısıyla bu yıl 5 Ekim Dünya Öğretmenler Gününü, yeni eğitim öğretim yılı içerisinde,
- Denizli`de anaokulunun içindeki oyun parkında kaydıraktan düşerek hayatını kaybeden 4 yaşındaki Arif’e,
- Muğla`nın Dalaman ilçesinde okul servisinin altında kalarak hayatını kaybeden 5 yaşındaki Dağlar’a,
- Mardin’in Kızıltepe ilçesinde üzerine dolap düşmesi sonucunda hayatını kaybeden 2. sınıf öğrencisi Reşat’a,
- İstanbul Küçükçekmece’de kalabalık yüzünden öğrenciler arasında yaşanan arbede sonrasında hayatını kaybeden 13 yaşındaki Ahmet’e,
ithaf ediyoruz.
Bir taraftan çocuklarımızın, işsizlik kıskacında atama bekleyen öğretmenlerimizin hayatına kast eden politikalar can yakmaya devam ederken, diğer taraftan türlü fedakarlıklarla görevini yerine getirmeye çalışan öğretmenlerimizin içine itildiği sorunlar da giderek artmaktadır.
AKP hükümetinin 11 yıldır benimsediği emek düşmanı politikalar sonucunda eğitim emekçilerinin yüzde 80’i borçludur ve üçte ikisi geçinebilmek için ek iş yapmak zorunda bırakılmıştır. Türkiye’de öğretmenler diğer ülkelerdeki meslektaşlarına göre daha çok çalışmakta, ancak bu çalışmaları karşılığında daha az ücret almaktadır. Özellikle eğitimde 4+4+4 dayatmasının ardından öğretmenler okullarda çok sayıda angarya iş yapmak zorunda bırakılmış, çalışma yükü daha da ağırlaşmıştır.
Türkiye’de eğitim sisteminin yıllardır çözülmeyen sorunları, öğretmenleri ve diğer eğitim emekçilerini, diğer ülkelerdeki meslektaşlarına göre çok daha fazla olumsuz etkilemektedir. Eğitimde 4+4+4 dayatmasının üzerinden henüz bir yıl geçmesine rağmen, okul dönüşümleri sonucunda ortaya çıkan norm fazlası sorunu hala çözülememiştir. Öğretmenlerin mağduriyeti sadece bununla sınırlı kalmamış, özür grubu atamalarında, tayinlerde ve eğitim yöneticilerinin sözlü sınavlarla belirlenmeye çalışılması sorunları daha da derinleştirmiştir.
Yıllardır Başbakan ve Milli Eğitim Bakanları aracılığıyla kamuoyunda bilinçli olarak yaratılmaya çalışan “öğretmenler az çalışıyor, çok maaş alıyor” algısının ne kadar yanlış olduğunu OECD verileri açıkça yalanlamaktadır. OECD ülkeleri içinde öğretmenleri en çok çalışan ülkelerin başında Türkiye’de çalışan öğretmenler gelmektedir. Öğretmenlerin yıllık çalışma saati ortalaması OECD ülkeleri içinde 1671 saat iken, Türkiye’de öğretmenler yılda 1816 saat çalışmaktadır.
Bazı OECD Ülkelerinde Öğretmenlerin
Yıllık Çalışma Saatleri
Ülkeler |
Yıllık Çalışma Saatleri |
İskoçya |
1365 |
İspanya |
1425 |
Portekiz |
1456 |
Çek Cumhuriyeti |
1696 |
Hollanda |
1659 |
Danimarka |
1680 |
İsveç |
1767 |
Avusturya |
1776 |
Almanya |
1793 |
Türkiye |
1816 |
OECD ortalaması |
1671 |
Kaynak: OECD Bir Bakışta Eğitim 2013 Raporu, sayfa: 401.
Türkiye’de öğretmenler, OECD ortalamasına göre 145 saat daha fazla çalışmakta, buna rağmen Avrupa’daki meslektaşlarına göre son derece düşük maaş almaktadırlar. Geçmişten bugüne doğru baktığımızda OECD ülkeleri içinde öğretmenlerin yıllık toplam çalışma sürelerinin düzenli olarak arttığı tek ülkenin Türkiye olması dikkat çekicidir. Üstelik OECD’nin bu yıl açıkladığı veriler 2011 yılına aittir ve geçtiğimiz yıl başlayan 4+4+4 düzenlemesi sonrasında öğretmenlerin artan yoğun iş yükünü yansıtmamaktadır.
Eğitim emekçilerinin gerek çalışma, gerekse yaşama koşulları açısından her geçen yıl, bir önceki yılı mumla aradığı bir ortamda, “çok maaş alıyorlar” gibi tamamen kışkırtıcı söylem ve imalarda bulunulması manidardır. Öğretmenlerin aldıkları maaşlar, rakamsal olarak artmış gibi görünmekte ise insanca yaşam seviyesinin yanına bile yaklaşamamaktadır. Hizmetli ve memurların durumu, öğretmenlerden daha vahimdir.
5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü vesilesiyle Türkiye’nin dört bir yanında görevlerini büyük fedakarlıklara katlanarak sürdüren öğretmenlerimizin yaşadığı sorunları kısaca özetlemek gerekirse;
Türkiye’de çalışan öğretmenler, OECD ülkeleri içinde en çok çalışan, en düşük maaş alan öğretmenler arasındadır;
¨ Öğretmenlerin yüzde 80’i geçinebilmek için ek iş yapmak zorunda kalmaktadır;
¨ Öğretmenler, sık sık değişen eğitim politikalarının ve siyasi iktidarın tasarruflarının mağduru olmayı sürdürmektedir;
¨ Öğretmenlik mesleğinin standartları özellikle AKP döneminde düşürülmüş, nitelikli öğretmen yetiştirme politikaları terk edilmiştir;
¨ Öğretmenlerin bugünkü çalışma koşulları ve maaşlarıyla kendilerini mesleki olarak yetiştirmeleri ve geliştirmeleri mümkün değildir;
¨ Öğretmen açıkları sorununa kalıcı sorunlar üretilmemekte, 300 bini aşkın işsiz öğretmen kadrolu olarak atanmayı beklemektedir;
¨ Öğretmen açıkları ücretli öğretmenler tarafından kapatılmak istenmekte, eğitimde esnek, güvencesiz ve kuralsız çalışma uygulamaları her geçen gün artmaktadır.
¨ Eğitimde benimsenen esnek çalışma uygulamaları aynı işi yapan farklı statülerde öğretmen istihdamını gündeme getirmiş, kariyer basamakları uygulaması ile öğretmenlerin sınıflandırılması, eğitimin niteliğini olumsuz etkilemiştir;
¨ Eğitime bütçeden yeterli pay ayrılmamasının ve eğitimin gün geçtikçe paralı hale getirilmesinin bir sonucu olarak öğretmenler öğrencilerden çeşitli adlar altında para toplamaya zorlanan birer “tahsildar” durumuna düşürülmüştür;
¨ Sınıf mevcutlarının fazlalığı, okul öncesi çağdaki çocukların zorla ilkokula kayıt edilmesi vb sorunlar eğitimi ve öğretmenlerin mesleklerini sağlıklı bir şekilde yapmalarını engellemektedir;
¨ Öğretmenlerin büyük bölümünde iş yükü artışına paralel olarak meslek hastalıklarında artış yaşanmaktadır;
¨ Demokratik haklarını kullandıkları ve sendikal çalışmalara katıldıkları için her yıl çok sayıda öğretmen soruşturma geçirmekte, cezalandırılmakta ya da sürgün edilmektedir.
Taleplerimiz:
¨ Başta insanca yaşayacak ücret talebimiz olmak üzere, eğitim emekçilerinin bugüne kadar yaşadığı ekonomik mağduriyetler giderilmeli, son 11 yıl içinde satın alım gücümüzdeki azalmayı telafi eden adaletli bir ücret artışı sağlanmalıdır.
¨ Eğitimde esnek, kuralsız ve angarya çalışma uygulamalarına son verilmeli, performans değerlendirme ve rotasyon uygulamalarından tamamen vazgeçilmelidir.
¨ Ek ödemelerin tamamı temel ücrete ve emekliliğe yansıtılmalı, vergi dilimi uygulaması sabitlenerek, ücretlerde yaşanan erimenin önüne geçilmelidir.
¨ Ek ders ücretleri günün şartlarına uygun bir şekilde belirlenmelidir.
¨ Eğitim-öğretim yılı başında öğretmenlere yapılan eğitim-öğretime hazırlık ödeneği, her dönem başında olmak üzere yılda iki kez olmalı ve bütün eğitim ve bilim emekçilerinin yararlanması sağlanmalıdır. Hizmetli ve memurlara özel hizmet tazminatı ödenmelidir.
¨ Kamu emekçilerinin grevli toplusözleşme hakkı önündeki engeller kaldırılmalı, gerçek bir toplusözleşme düzenin yaratılması sağlanmalıdır.
Burada belirtilen tespitler doğrultusunda yapılması gereken, anayasal bir hak olan eğitim hakkının tüm yurttaşlar için ayrım gözetilmeksizin yerine getirilmesini sağlamak, öğretmenlerimize, eğitim ve bilim emekçilerine insan onuruna yaraşır bir ücret ve çalışma koşulları sağlanmasıdır.
Öğretmenlerin ve diğer eğitim emekçilerinin ekonomik, demokratik, sosyal ve özlük haklarıyla ilgili çözüm bekleyen çok sayıda sorunu bulunmaktadır. AKP’nin bugüne kadar benimsediği politikalara bakıldığında bırakalım sorunların çözülmesini, daha da derinleşmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Eğitim Sen olarak, yaşadığımız bütün sorunlara rağmen bütün öğretmenlerimizin, eğitim ve bilim emekçilerinin 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü’nü kutluyoruz.
22 Ocak 2014’te, Fas parlamentosu bir tecavüzcünün 18 yaşından küçük olan mağdur ile evlenmesi durumunda soruşturulmamasına olanak tanıyan Ceza Kanunu’nun 475. Maddesi’ni oybirliği ile değiştirdi. Cezayir ve Tunus’ta benzer düzenlemeler hala mevcut.
Cezayir Ceza Kanunu’nun 326. Maddesi ve Tunus Ceza Kanunu’nun 227. Maddesi, tecavüz ettiği belirtilen kişinin 18 yaşından küçük mağdur ile evlenmesi durumunda soruşturmadan muaf olması için kullanılabiliyor. Fas’ın Ceza Kanunu’nda tecavüzcünün alacağı cezanın ağırlığı hala mağdurun bakire olup olmamasına göre değişiyor.
Bu üç ülkede de tecavüzün tanımı uluslararası standartların çok gerisinde kalıyor ve bir erkeğin bir kadınla kadının iradesi dışında cinsel ilişkiye girmesiyle sınırlandırılıyor. Evlilik içi tecavüz bir suç olarak tanınmıyor. Rızaya dayalı evlilik dışı cinsel ilişkiler ve eşcinsel birliktelikler suç sayılıyor.
Bu düzenlemeler, tecavüz mağdurlarının iddiaları ciddiye alınmazsa kendilerinin soruşturmaya maruz kalacağı korkusu ile şikayette bulunmalarını engelleyebilir. Tunus’ta meydana gelen bir olayda, 27 yaşındaki Meriem Ben Mohaad (gerçek adı değil) Eylül 2012’de iki polis memuru tarafından tecavüze uğradığını bildirdi. Suçu yetkililere bildirdiğinde, şikayetinin soruşturulduğunu görmek yerine kendini ahlaksızlıkla suçlanır halde buldu.
Cezayir, Fas ve Batı Sahra’da kürtaj olmak istemek, kürtaj yapacağına dair taahhütte bulunmak ve kürtaj yapmak, annenin sağlığı tehlikede olmadığı sürece, ensest ve tecavüz mağdurları için bile suç. Tunus’ta, Ceza Kanunu’un 214. Maddesi hamileliğin ilk üç ayında kürtaja izin veriyor. Ancak, kadın hakları savunucuları, bazı yetkililerin ahlaki gerekçelerle ya da kürtaj karşıtı grupların saldırılarından korktukları için bazı kısıtlamalara gittiklerini ve kadınların kürtaj hizmetine erişimlerinin gittikçe zorlaştığını söylüyor.
Bu üç ülkede de tecavüz ile ilgili düzenlemeler Ceza Kanunu’nun “namus” a karşı suçlar bölümünde düzenleniyor, dolayısıyla mağdurun bedensel bütünlüğüne yönelik bir eylem olarak değil “namus/ahlak” meselesi haline getiriliyor.
Bu kanunların altında yatan prensipler oldukça sorunlu ve merkezinde cinsel şiddet mağdurlarının ihtiyaçları yerine namus ve utanç gibi kavramlar var.
Yasalardaki ayrımcı düzenlemeleri değiştirmek, Cezayir, Tunus, Fas ve Batı Sahra’da kadınlara yönelik sosyal, kültürel ve dini yaklaşımlara ve ataerkil ayrımcılığa karşı, cinsel şiddete uğramadan yaşamalarını güvence altına almak için atılacak ilk önemli adım.
Yetkilileri, cinsel şiddet mağdurlarının kapsamlı sağlık hizmetleri ve psikolojik destek alabilmelerini güvence altına almaya, cinsel şiddet şikayetlerini yetkililere bildirmeyi kolaylaştırmaya, yetkililerin, hakimlerin ve savcıların toplumsal cinsiyet ve cinselliğe dayalı şiddetle mücadele konusunda eğitilmeleri için çalışmaya çağırıyoruz.
Dilekçeyi imzalayarak siz de destek verebilirsiniz.
Adana Atatürk Parkı'nda 13 Haziran 2014 tarihinde Gezi Parkı protestolarının birinci yıl dönümü dolayısı ile yapılan anmada pek çok kişi polisin şiddetine ve işkencesine maruz kalmıştır.
Polisin hukuk dışı bu uygulamalarının mağduru durumunda olan, darp edilen ve yaralananlar adına, Adana Emniyet Müdürlüğü ve görevli polisler hakkında, 13.06.2014 günü saat 12:00'de Adana Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulunmuş, ardından konu hakkında bir basın açıklaması yapılmıştır. Basın açıklamasını Av. Sevil Aracı okumuştur.
Suç Duyurusunda Bulunanlar;
Güven Boğa
Kazım Günbay
Nasrettin Adalı
Deniz Kürtoğlu
Zuhal Subaşı
BASINA VE KAMUOYUNA
Gezi Parkı protestolarının birinci yıl dönümü olan 31 Mayıs günü Adana’da yapılan anmada pek çok kentte olduğu gibi polisin şiddeti ve işkencesinin sokağa taştığına tanık olduk. 10’u çocuk 34 kişi bir gün gözaltında kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Adana Barosu ve ÇHD üyesi meslektaşlarımız, yaşanan polis şiddeti karşısında derhal tepkisini koyarak protesto hakkını kullanan yurttaşlara gerekli hukuki yardımda bulunmuştur. Polis şiddetinden meslektaşlarımız da nasibini almış, darp edilerek ve gözaltına alınmıştır.
Tamamen barışçıl bir şekilde başlayan ve devam eden basın açıklamasına TOMA’lardan tazyikli su ile müdahalede bulunulmuş, yoğun bir şekilde gaz ve plastik mermi kullanılmıştır. Sivil polisler ve Çevik Kuvvet polisleri tarafından basın açıklaması için bir araya gelen göstericiler darp edilmiş, yerlerde sürüklenmiştir. Eylemciler yakalandıktan sonra dahi çok sayıda polis memuru tarafından darp edilmeye devam edilmiştir. Polisin orantısız müdahalesi sonucu birçok gösterici ciddi yaralanmalara maruz kalmıştır.
Müdahalede bulunan polisler alanda bulunan milletvekilinin dahi boğazını sıkmış ve kendisini darp etmiştir. İl Emniyet Müdürü, bir gün sonra yaptığı basın açıklamasında, “Boğazı sıkılan ve darp edilenin milletvekili olduğunu bilmiyorduk” diyerek, sıradan yurttaşlara karşı polise sınırsız bir müdahale imkanı tanındığını itiraf etmiştir.
Tüm yaşananlar AKP Hükümeti’nin eylem yapma, düşünce ve ifade özgürlüğüne olan tahammülsüzlüğünü göstermektedir. Hükümetin uygulamalarına yönelik her türlü tepki protesto ve hak arama çabası şiddetle bastırılarak, bütün toplum korkutulup sindirilmek istenmektedir.
Ülkemizde uzunca bir süredir işkence sokağa taşmıştır. Her türlü eylem ve basın açıklamasına TOMA’larla müdahale edilmesi, gaz ve plastik mermi kullanılması, göstericilerin sokakta dövülmesi ve yerlerde sürüklenmesi, gözaltı araçlarının bir işkencehane gibi kullanılması, tüm eylemcilere yönelik polisin ağır küfür ve hakaretler için de müdahale etmesi, gözaltına alınanların ölümle tehdit edilmesi ağır bir insan hakkı ihlalidir. Bu türden gösterilerde ölümler ve kalıcı sakatlamalar yaşanmakta yaşam hakkı ihlal edilmektedir.
Yaşam, vücut bütünlüğü, eylem ve düşünce ifade etme hürriyetine yönelik polisin ağır hak ihlallerinin ardında hükümetin yönlendirmesi ve talimatları olduğu görülmektedir. Gezi Parkı olaylarının anması öncesinde, bizzat Başbakan tarafından “Polis nasıl sabrediyor anlamıyorum. Eylem yapanlara A’dan Z’ye ne gerekirse yapılacak. Eylem yapmalarına izin verilmeyecek” denilerek, polisin orantısız ve sert müdahalesi için açıkça talimat verilmiştir.
Bir bütün olarak toplumu sindirmeyi hedefleyen, işkencenin sokağa taşmasının sıradanlaşmasına izin vermeyeceğiz. İnsan hakkı ihlali niteliğindeki bu uygulamaların takipçisi olacağız. Bu amaçla, 31 Mayıs tarihinde polisin uyguladığı orantısız ve aşırı müdahale hakkında Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunuyoruz. Şikayetimizin, siyasal baskı ve yönlendirmelerden etkilenmeksizin, eylem, düşünce ifade hürriyetine dair evrensel kriterlerle değerlendirilmesi halinde, işkence, kötü muamele suçlarından emniyet müdürleri ve sorumlu polis memurlarının cezalandırılması gerekmektedir.
ÇAĞDAŞ HUKUKÇULAR DERNEĞİ ADANA ŞUBESİ
Dava Dilekçesi
ADANA CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NA
MÜŞTEKİLER:
Güven Boğa
Kazım Günbay
Nasrettin Adalı
Deniz Kürtoğlu
Zuhal Subaşı
VEKİLLERİ : Av. Sevil Aracı Bek - Av. Tugay Bek
ŞİKAYET OLUNANLAR :
- Adana Emniyet Müdürü
- Adana Emniyeti Güvenlik Şube Müdürü
- 31.05.2014 tarihinde Adana’da Atatürk Parkı civarında görevli polis amirleri ve memurları
SUÇ : İşkence ve kötü muamele, yaralama, görevi kötüye kullanma, barışçıl gösteriye müdahale, orantısız güç kullanımı
AÇIKLAMALAR :
- 1. Adana'da 31.05.2014 Cumartesi günü, Saat: 18.00'de KESK, DİSK, TMMOB ve Adana Tabip Odasının çağrısıyla, Atatürk Parkında bir araya gelen yüzlerce yurttaş Gezi Parkı protestolarında hayatını kaybedenleri anmak üzere bir basın açıklaması gerçekleştirmek istemiştir. Fakat bir kısım konuşmaların yapılmasının ardından polis birden hiç uyarı yapmadan kitleye müdahale etmiştir. TOMA’lardan sıkılan tazyikli/ilaçlı su, plastik mermiler, gaz bombaları ve coplarla saldıran polis, ortamı savaş alanına çevirmiş, göstericilerin yanı sıra çevreden geçen birçok insan da bu olumsuz durumdan etkilenmiştir. Çocuk, hasta ve yaşlıların olduğu ve insanların gezinti yaptığı merkezi parkta polisin ölçüsüz bir şekilde gaz kullanması ve şiddete başvurması yaşam hakkının ağır bir ihlali olarak kabul edilmesi gerekir.
- 2. Şiddete başvurmadığı sürece her türlü düşüncenin ifade edilebilmesi başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak ülkemizin taraf olduğu uluslar arası anlaşmalar ve Anayasamız ile güvence altına alınmıştır. Bilindiği gibi Türkiye, 10.03.1954 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni onaylamış, 29.01.1987 tarihinde bireysel başvuru yetkisini, 22.01.1990 tarihinde de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin zorunlu yargı yetkisini tanımıştır. 07.05.2004 tarih ve 5170 sayılı yasa ile Anayasa’nın 90 maddesinin son fıkrasına “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” cümlesi eklenmiştir. Böylece iç hukukta aleyhe bir düzenleme olsa da uluslararası antlaşmaların kıstaslarının uygulanmasının önü açılmıştır. Bu bakımdan da AİHS ayrı bir önem kazanmıştır.
- 3. Tüm bu yasal düzenlemelere rağmen polisin tamamen barışçıl şekilde düzenlenen böyle bir gösteriye şiddetle müdahale etmiş olması doğru değildir. Polis aşırı derecede şiddet uygulayarak yetki ve sınırlarını aşmıştır. Polisin bu uygulaması tamamen hukuka aykırı bir uygulamadır.
- 4. Müvekkiller de olay günü orada bulundukları esnada TOMA aracından sıkılan tazyikli/ilaçlı suya ve polis coplarına maruz kalarak yaralanmışlardır. Müvekkillerden Kazım Günbay, Deniz Kürtoğlu, Nasrettin Adalı ve Zuhal Subaşı gözaltına alınırken darp edildikleri gibi, gözaltına alınmalarından sonra da bindirildikleri araçta şiddet görmüşlerdir. Zuhal Subaşı gözaltına alınmasının ardından önce bir süre akrep şeklinde tanımlanan aracın içerisine atılmış, burada darp edilmiş, daha sonra gözaltı aracına bindirilmiş ve orada da darp edilmeye devam etmiştir. Müvekkiller polisler tarafından darp edilirken bir yandan da hakaret ve küfürlere maruz bırakılmış, öldürmek ve sakat bırakılmakla tehdit edilmiştir. Müvekkillerin gördükleri bu şiddet, Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2014/36070 Sor. sayılı dosyasında mevcut gözaltı giriş çıkışında verilen Adli Tıp Raporlarına da yansımıştır. Müvekkiller ayrıca serbest bırakılmalarının ardından İnsan Hakları Vakfı’na başvurarak burada da fotoğraf ve raporlarla olayın izlerini tespit ettirmişlerdir.
- 5. Müvekkiller polisin uygulamaları nedeni ile oluşan yaralanmalardan, polisin düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik bu hukuk dışı ve gereksiz şiddet içeren müdahalesinden dolayı şikayetçidirler.
DELİLLERİMİZ : Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2014/36070 Sor. sayılı dosyasında yer alan Adli Tıp Raporları, gözaltı giriş çıkış kayıtları, olay günü basın mensuplarınca çekilen görüntü kayıtları, darp edilme anını ve darp izlerini gösteren fotoğraflar (eklidir), hastane raporları, tanık beyanları vs. ilgili delil
SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıkladığımız nedenlerle, müvekkillerin 31.05.2014 tarihinde polisin uyguladığı şiddet nedeni ile yaralanmaları, polisin düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik bu hukuk dışı ve gereksiz şiddet içeren işkenceye varan kötü müdahalesi, polislerin görevlerini kötüye kullanmaları gerekçeleri ile yaptığımız şikayetlerimizin incelenmesini ve gerekli kanuni işlemlerin yapılarak şüpheliler hakkında kamu davası açılmasını saygılarımızla arz ve talep ederiz. 13.06.2014
Av. Sevil Aracı Bek- Av. Tugay Bek
Eğitim Sen Merkez Yürütme Kurulu’nun “Eğitim Yöneticileri Belirlenmesinde “Sözlü Sınav” ve “Siyasi Referans” Değil, Liyakat İlkesi Temel Alınmalıdır!” 10 Haziran 2014.
Türkiye`de siyasi iktidarlar yıllardır, eğitim sistemini kendi siyasal-ideolojik görüşleri doğrultusunda düzenlemek ve şekillendirmek için sayısız adım atmış, bu amaçla başvurulan en etkili yöntem ise "siyasal kadrolaşma" olmuştur.
Kamu personel rejiminde köklü değişiklik hazırlıklarının yapıldığı bugünlerde, MEB tarafından yayınlanan "Eğitim Kurumları Yöneticilerinin Görevlendirilmesine İlişkin Yönetmelik" yayınlanmıştır. Eğitim yöneticilerinin görev sürelerini en fazla 8 yıl ile sınırlandıran yönetmeliğin en dikkat çekici yönü, eğitim yöneticilerinin belirlenmesinde kullanılan değerlendirme yöntemine ilişkindir.
MEB`in eğitim yöneticilerinin demokratik yollarla belirleneceği söyleminin gerçekçi olmadığı yayınlanan yönetmelikle ortaya çıkmıştır. Yeni yönteme göre değerlendirme puanlarının belirlenmesi sürecinde okul müdürlerini doğrudan MEB`de görev alan üst düzey yöneticilerin vereceği puanlarla belirlemesi, başka bir ifade ile tamamen siyasi referans ve siyasal aidiyetlerin belirleyici olması öngörülmüştür. Yeni değerlendirme sistemine göre;
- İlçe Milli Eğitim Müdürü 25 puan,
- İnsan Kaynaklarından Sorumlu Şube Müdürü 20 puan,
- O Eğitim Kurumundan Sorumlu Şube Müdürü 15 puan,
- En Kıdemli ve En Kıdemsiz Öğretmenin puanlarının ortalaması 10 puan,
- Kurulca seçilecek iki öğretmenin puanlarının ortalaması 10 puan,
- Okul aile birliği başkan ve yardımcısının ortalaması 10 puan,
- Öğrenci Meclisi Başkanı 10 puan.
Eğitim Kurumları Yöneticilerinin Görevlendirilmesine İlişkin Yönetmelik`te belirtilen yukarıdaki puanlama MEB`in eğitim yöneticilerini belirlerken işi şansa bırakmak istemediğini göstermekte, eğitim yöneticilerinin belirlenmesinde tamamı siyasal kadrolardan oluşan üst düzey yöneticilere yüzde 60, sınırlı sayıda okul bileşenlerine ise yüzde 40 puanlama imkanı verilerek, eğitim yöneticisi olarak görevlendirileceklerin 75 puan alması şartı getirilmiş, görev süreleri en fazla 8 yıl ile sınırlandırılmıştır.
Yönetmeliğin asıl dikkat çekici yönü, adaletsiz puanlama sisteminin de önüne geçen eğitim yöneticilerinin belirlenmesinde mülakat ya da "sözlü sınav" yöntemi üzerinden yeni bir siyasal kadrolaşma hareketinin başlatılacak olmasıdır. Türkiye`de nerede olursa olsun "mülakat" ya da "sözlü sınav" kelimelerinin tek karşılığının "torpil" olduğunu ilkokul çağındaki çocuklar bile bilmektedir.
Geçtiğimiz yıllarda uygulanan ve sayısız adaletsizliklere neden olan sözlü sınav yönteminin eğitim yöneticilerinin görevlendirilmesinde belirleyici olması başlı başına haksız ve adaletsiz bir durumdur. Geçtiğimiz yıllarda çok sayıda Eğitim Sen üyesi yazılı sınavlardan yüksek puanlarla geçtiği halde, sözlü sınavlarda birer birer elenmiş, sendikamızın konu ile ilgili olarak yaptığı başvuru üzerine Danıştay, sözlü sınav uygulaması ile ilgili olarak; "… en uygunun seçilmesi yönünde nesnel ölçüt öngörmeyen, … atamaya yetkili makamın öznel değerlendirme ve mutlak takdirine meydan verecek mahiyet taşıyan, … hukuka ve Danıştay`ın önceki kararlarına da aykırı" vb gerekçelerle, idarenin eğitim yöneticilerini liyakate göre değil, siyasi görüşlerine göre belirlemesini sağlayacak olan uygulamayı iptal etmiştir.
Yüksek yargı kararlarına rağmen MEB`in bakanlık kadrolarını kendi siyasal tutum ve anlayışları doğrultusunda yapılan atamalarla doldurmak için yayınladığı yönetmelikle somut adımlar atması, MEB`de tarihin en kapsamlı tasfiyesi ve ardından siyasal kadrolaşma hareketinin başlayacağını göstermektedir.
Konuyla ilgili olarak, Milli Eğitim Temel Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun`un iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesine CHP tarafından yapılan başvurunun 13 Haziran Cuma gününe kadar sonuçlanmaması durumunda çok sayıda eğitim yöneticisinin görevi sona erecektir. Her ne kadar MEB tarafından çıkarılan yönetmelikle, eski yöneticilerinin yerine yeni atamalar yapılana kadar görevlerini sürdürecekleri ifade edilse de, böylesine büyük bir tasfiye operasyonunun okulların kapanmasının hemen ardından hayata geçirilecek olması MEB`in kadrolaşma konusunda sabırsızlığını görmemiz açısından dikkat çekicidir.
Milli Eğitim Bakanlığı geçmişte çok sayıda haksızlığa neden olan ve yüksek yargı tarafından açık gerekçelerle iptal edilen, eğitim yöneticilerini tamamen siyasallaşmış kadrolardan oluşturma inadından vazgeçmeli, eğitim yöneticilerinin belirlenmesinde mülakat gibi doğrudan "torpil" çağrıştıran yöntemler asla kullanılmamalıdır.
Eğitim Sen olarak Anayasa Mahkemesi`ne çağrımız, çok geç olmadan siyasi iktidarın eğitim kurumları üzerindeki baskılarını daha da arttıracak ve okulların tamamen siyasal kadrolar tarafından yönetilmesiyle oluşacak olumsuzluklara geçit vermemesidir. Anayasa Mahkemesi, Danıştay`ın bu konuda daha önce vermiş olduğu kararları da göz önünde bulundurarak, ilk adımda yürütmeyi durdurmalı, daha sonra kanunun ilgili maddelerini iptal etmesidir.
Eğitimin bütün kademelerinde yöneticiler belirlenirken, hiç kimse kimlik, mezhep, inanç ya da sendika farklılığı nedeniyle fiilen cezalandırılmamalı, değerlendirme ölçütleri tamamen objektif ve bilimsel kriterlere dayanarak belirlenmeli, eğitim yöneticilerinin belirlenmesi ve değerlendirilmesi sürecinde siyasi referanslar değil, liyakat ilkesi temel alınmalıdır. Eğitim yöneticilerinin belirlenmesinde hiçbir baskı ve yönlendirmeye izin verilmemeli, her okul kendi yöneticisini, o okuldaki eğitim bileşenlerinin katılacağı demokratik seçimlerle yine kendisi seçmelidir.
Okullarda Yaşanan Şiddet Sonucunda bir Öğretmen Daha Hayatını Kaybetti!
Eğitimde Şiddete Son Verilmeli, Can Güvenliğimiz Sağlanmalıdır!
Yıllardır okullarda yaşanan şiddet olaylarının, kavgaların, çeteleşmenin gittikçe büyüyen bir tehdit haline gelmesi karşısında bugüne kadar gerekli adımları atmayan ve okullarda yaşanan şiddet olaylarına kayıtsız kalanlar, bir öğretmenimizin daha öğrencisi tarafından şiddete uğraması sonucunda hayatını kaybetmesine neden olmuşlardır. Son olarak Kayseri’de, Seyyid Burhaneddin Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi’nde müdür yardımcısı olarak görev yapan Mehmet Aktaş, geçtiğimiz haftalarda öğrencisi tarafından uğradığı yumruklu saldırı sonrasında 18 gündür verdiği yaşam mücadelesini kaybetmiştir.
Öğrencilerin okul içinde ve dışında birbirlerini bıçaklamaları ve yaralamaları, bazı velilerin sorun çözmek adına okulu silahla basmaları, şiddet kullanarak öğretmen, öğrenci dövmeleri gibi olayların son yıllarda hızla artması dikkat çekicidir.
Öncelikle kabul etmek gerekir ki, okullarımızın birer şiddet yuvası haline gelmesinde, Milli Eğitim Bakanları üzerinden öğretmenlik mesleğini rencide eden yaklaşım ve açıklamaları ile başta Başbakan olmak üzere, her fırsatta şiddet ve nefret dilini kullanan siyasetçilerin ciddi bir katkısı ve sorumluluğu vardır. Toplum olarak hayatımızın her aşamasında evde, sokakta ve işyerinde sık sık karşı karşıya kaldığımız şiddet olgusu, eğitim yuvaları olan okullarımızı çepeçevre kuşatmış, eğitim emekçilerini şiddetin hedefi haline getirmiştir.
Okullarda yaşanan şiddetin kuşkusuz bazı toplumsal nedenleri vardır. Özellikle son yıllarda toplumdaki gelir adaletsizliğinin ve yoksullaşma oranının artması; kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi, işsizlik olgusu, halkın gelecek kaygısı ve gençler arasında sisteme dönük güvenin aşınması; kültürel yozlaşma ve yabancılaşma; yazılı basının ve görsel medyanın şiddet unsurları içeren programlarındaki artışlar, sadece okulları değil, yaşamın bütün alanlarında yaşanan şiddeti sürekli olarak yeniden üretmektedir.
Okullarda yaşanan şiddetin ve öğretmenlere yönelik saldırıların önlenebilmesi, öncelikle her fırsatta bizleri hedef haline getiren politikalara ve açıklamalara son verilmesinden geçmektedir. Türkiye’nin her yerinde okullarda birbirine benzer şiddet olaylarının yaşanması, şiddetin arkasındaki nedenleri ve yaşanan şiddet olaylarının nasıl engellenebileceğinin ipuçlarını vermektedir.
Bizlere göre çözüm, emekçilerin daha fazla örgütlenerek kendi işyerlerini, yaşam alanlarını dönüştürebilecek güce sahip olmalarından, öğretmen-öğrenci ilişkisinin “satıcı-müşteri” ilişkisinden çıkarılarak demokratik bir içerikte yeniden kurulmasından geçmektedir. Unutulmamalıdır ki, emekçilerin çeşitli baskılarla sindirildiği, iş güvencelerinin elinden alınmak istendiği, eğitim hizmetlerinin “müşteri memnuniyeti” ilkesi çerçevesinde yürütüldüğü bir ülkede bu tür üzücü olayların önüne geçmek mümkün değildir.
Okullarımızda yaşanan şiddetin son bulması için acilen gerekli adımlar atılmalı, hiç kimse şiddetin uygulayıcısı ya da hedefi haline getirilmemelidir. Bu konuda somut ve kalıcı çözümler üretilmesi ve okullarda yaşanan şiddetin önlenmesi için başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere, bütün yetkilileri acilen harekete geçmeye çağırıyoruz.
Eğitim Sen olarak eğitim emekçilerine yönelen her türlü şiddeti kınıyor, öğrencisinin saldırısı sonucu yaşamını yitiren Mehmet Aktaş öğretmenimizin ailesine ve çalışma arkadaşlarına başsağlığı diliyoruz.05.06.2014
Ahmet KARAGÖZ
Eğitim Sen Adana Şube Başkanı
ADANA - Adana’da biraraya gelen TMMOB, KESK, DİSK, Adana Barosu ve Adana Tabip Odası yöneticileri, Gezi olaylarının yıldönümü nedeniyle Atatürk Parkı’nda düzenlenen eyleme yönelik sert polis müdahalesini kınadı.
Çukurova Gazeteciler Cemiyeti’nde bir araya gelen sivil toplum kuruluşları adına sırasıyla birer açıklama yapıldı. KESK Dönem Sözcüsü SES Adana Şube Başkanı Dr. Tekin Müjde, herkesin anayasaya göre izin almadan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahip olduğunu vurgulayarak geçtiğimiz cumartesi günü Atatürk Parkı’nda toplanan insanlara hiçbir yasal uyarı yapmadan TOMA’lar ve biber gazıyla müdahale etmenin hiçbir açıklamasının olamayacağını vurguladı. Müjde ayrıca, gazların ve öldürücü etkisi olan diğer silahların kullanılmasının yasaklanması gerektiğini de dile getirdi.
Adana Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. H. Neslihan Önenli Mungan ise geçtiğimiz cumartesi günü yapılan müdahaleleri tiyatroya benzetti. AKP hükümeti tarafından yazılan senaryonun ‘Devlet Terörü’ adıyla sahnelendiğini ileri süren Mungan, ’Yapılan tüm bu haksız muamelelere karşın Adana Tabip Odası Yönetim Kurulu olarak insan ve insan sağlığı, doğa, emek, ülkemiz, demokrasi ve insanlık onuru için mücadeleden asla vazgeçmeyeceğimizi bir kez daha belirtmek istiyoruz.” dedi.
Adana Baro Başkanı Mengücek Gazi Çıtırık, Gezi olaylarının, 12 yıldır yok sayılan, ötelenen, aşağılanan ve hor görülen toplumun bütün katmanlarının kendi varlıklarını korumak suretiyle ifade edecekleri bir hareketin adı olduğunu ifade etti. Yurttaşın anayasayla ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile yaşam hakkı, düşünce özgürlüğü, toplantı ve gösteri yapma yasal haklarının birer birer yok edildiğini belirten Çıtırık, ’Biz buradan siyasi iktidarı ve başvekili uyarıyoruz. Hukuku içselleştiriniz. Hukuku tanımanın dışına çıkmayınız. İnsanların tahammül sınırlarını zorlamayınız.’’ diye konuştu.
31 Mayıs’ta Meydanlardayız!
Toplanma Yeri : Atatürk Parkı - Saat:18.00
27 Mayıs 2013’te Gezi Parkı’nda yağmaya, talana karşı başlayan nöbet sürüyor…
31 Mayıs’ta 11 yıldır ülkede hüküm süren AKP’nin zulüm ve baskı düzenine karşı gelişen tepki ve itirazlar Türkiye’nin dört bir yanına dalga dalga yayılan halk direnişine dönüştü.
Sokak sokak, mahalle mahalle tüm ülkeye yayılan direniş sadece Gezi Parkı’nı değil, bütün bir ülkeyi sermayenin talanına açan, yıllardır emek ve demokrasi düşmanlığının bayraktarlığını yapan, tüm özgürlük ve demokrasi alanlarını daraltanlara karşı halkın yükselen tepkisinin ifadesi oldu.
Gezi direnişi, AKP’nin sömürü, zorba ve gerici düzeninde sesi ve nefesi zorla kesilen halkın aldığı nefes, haykırdığı sesti. Kadınlara, gençlere ve toplumun tüm ilerici-özgürlükçü değerlerine yönelik yukarıdan aşağı gelişen saldırılara karşı, özgürlüğü hedef alanlara karşı özgür bir ülke ve hayat kurma mücadelesiydi.
Sokaklarda dehşet saçan polis şiddetine ve bu şiddetin emrini verenlere karşı tüm değer ve renklerimizle, yıkılmaz dayanışma duygumuz ve direnme gücümüzle kurulan ve bugün de dimdik ayakta kalan barikattır Gezi. O barikatın ardında AKP faşizmine geçit vermemektir.
Tam 1 yıl oldu…
En ufak itiraza karşı güç kullanmayı alışkanlık haline getiren AKP, polisiyle yaşam alanlarımıza gaz bombaları yağdırıyor, silah kullanıyor, halkın can güvenliği, bizzat kendilerini korumakla görevlendirilenler tarafından tehdit ediliyor.
Demokratik ve meşru talepleri için alanlara çıkan herkes düşman olarak görülüyor, insanların cenazelerini bile istedikleri gibi kaldırmasına izin verilmiyor, Berkin Elvan'ın cenazesine katılan yüzbinler "terörist" olarak niteleniyor.
Okmeydanı'nda bizzat polis şiddetiyle büyütülen olaylar bahane edilerek Aleviler düşman olarak gösterilmeye devam ediliyor. Sokaklarda öldürülmeleri yetmezmiş gibi artık cemevi bahçesinde öldürülüyorlar.
Daha fazla kar için her gün 5-6 işçiye mezar olan azgın sömürü ağı, Soma'da kitlesel katliama ulaşarak bu ülkenin yoksul çocuklarını yerin yüzlerce metre altında ölüme gönderiyor, katillerin yargılanmasını isteyen ölen madencilerin yakınları dahil herkes polisin şiddetine uğruyor. AKP'nin tam desteğini arkasına alan polis hiçbir hukuki kritere bağlı kalmaksızın saldırıyor, dövüyor, gözaltına alıyor ve öldürüyor.
Kendisini son padişah zanneden Başbakan; bir araya geldiğimizde, sesimizi birleştirdiğimizde oluşan gücü ayrıştırıcı nefret söylemleriyle, polis şiddetiyle yıkmak parçalamak istiyor.
Bu Daha Başlangıç!
Güçlü bir akıntıya kürek çekmenin nafile olduğunu, örgütlü bir halkın önünde hiçbir zorbanın ayakta kalamayacağı gerçeğini unutuyorlar!
Tüm ipliği pazara çıkmış bu kirli düzenin kurucuları ve sürdürücüleri, iktidarını ancak zorbalıkla sürdürebileceğini sananlar bu direnişi bastıramayacaklar.
Yaklaşık bir yıldır akıl almaz, vicdana sığmaz polis şiddetine, gözaltılara, tutuklamalara, her türlü baskıya, karalamaya, hukuku askıya alan uygulamalara, yalan ve dolana karşı haklı, meşru ve kararlı mücadelemiz sürüyor.
Biliyoruz, birimiz olmadan eksiğiz…
Biliyoruz, mücadelemizde bir adım daha atmazsak Ethem, Ali İsmail, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni, Hasan Ferit, Ahmet, Abdullah, Mehmet İstif, Fadime Ana, Berkin Elvan, Uğur Kurt, Ayhan Yılmaz ve Soma’da Kaybettiğimiz canların yaktığı gibi daha çok canımız yanacak…
Biliyoruz, hak verilmez alınır. Fıtratı katliamlardan beslenenlere karşı onurlu bir yaşam, üretenlerin birliğinden gelen gücüyle, gençliğin coşkusuyla, kadınların isyanıyla, kültüründen ve kimliğinden ötekileştirilenlerin haklı ve kararlı mücadeleleriyle kazanılır.
İşyerlerinde ve alanlarda eşit, özgür ve demokratik bir ülke mücadelesini yıllardır sürdüren kamu emekçileri olarak bu mücadeleyi tüm Gezi dinamikleriyle büyütme kararlığımızla;
Sevgi ve özlemle andığımız gençlerin umutlarına sahip çıkarak acılarımızı ve öfkelerimizi umudumuza katıyor, şimdi eşit, özgür ve barış içinde bir Türkiye sevdamızla alanlara çıkıyoruz. 31 Mayıs’ta Türkiye’nin dört bir yanında meydanlardayız!
Ellerimizden aldıklarınızın, bizlerden çaldıklarınızın hesabını yeniden kurduklarımızla sormak için meydanlardayız!
Yürütme Kurulu
Dahası...
22 Mayıs 2014 tarihinde, Okmeydanı Cemevi’nin çevresindeki bir protesto gerekçe gösterilerek ibadethanemize polis saldırmış ve o sırada bir cenaze için taziyeye gelen Uğur Kurt adlı yurttaşımız polis kurşunu ile hayatını kaybetmiştir.
Ne yazık ki, geçmişten bugüne Alevilere yönelik toplu kıyımlarda rol alanlar, halkı birbirine karşı kışkırtarak Alevileri yerlerinden yurtlarından etme politikası tarihsel süreklilik içinde devam ettirilmektedir. Aleviler açısından 500 yıl önceki durum ne ise bugün de aynıdır. Geçmişte kıyıma cevaz veren padişahlar, şeyhülislamlar vardı, bugün de ‘ölmüştür, geçmiştir’ diyerek insan ölümlerini hafife alan ‘her ölene tören mi yapılacak’ diyerek cinayetlere tepkili yurttaşlarla adeta alay eden bir başbakan var. “polisler nasıl tahammül ediyor bu denli sabırla davranabiliyor şaşırdım” diyerek polislere ateş emri veriyor adeta.
Şaşırdığımız bir durum yok aslında. Son bir yıl içinde gençlerimiz teker teker Başbakan’ın ‘destan yazıyorlar’ dediği polis tarafından öldürüldü. Başbakan, Alevilere karşı nefret dilini kullandıkça güvenlik kuvvetleri ya da milis güçler cesaret buluyor ve ‘Alisiz Aleviler’ diyerek hedef haline getirilen Alevilere karşı saldırıya geçiyor; Tayyib’in bürokratları ‘ya sessizce yaşayacaksınız ya defolup gideceksiniz’ deme cüretini gösterebiliyor. Yine Başbakan, Almanya’da temel anayasal haklarını elde eden Aleviler üzerinden bir dış tehdit algısı üretmekte, Suriye’de izlediği mezhepçi siyasetle de dış politikasının odak noktasına Alevileri oturtmaktadır. Hükümet, isteyerek, bilerek, kasti olarak Alevileri kriminalize etmektedir.
Biz yine biliyoruz ki, iktidar cemevlerini bir terör merkezi, güvensiz ortamlar gibi göstermek, halkımızı buralardan soğutmak istiyor. Ama nafile… Yüzlerce yıldır kimliğine sahip çıkan Aleviler, kimliklerinden ve cemevlerinden vazgeçmeyecektir. Alevi yoğunluklu Okmeydanı, Gazi Mahallesi, Gülsuyu gibi mahallelerde polisin cinayet işleme konusunda kendini daha cesur hissettiğini gözlemliyoruz ki, bunun nedeni bizzat Başbakan’ın Alevilere karşı geliştirdiği ve gizleme gereği duymadığı ve Türkiye’nin daha önce bir başbakanda hiç görmediği nefret söylemi ve ayrımcı politikalarıdır.
Gezi süreciyle başlayan süreç insanlığa , ortak bir haykırıştır. Gezi başkaldırı sürecinde kaybettiğimiz canların tümünün Alevi olması da bu nefret söyleminin yansımasıdır. Bu katliamlarının arkasında sistemin olduğunu, AKP’nin mezhepçi siyasetinin olduğunu biliyoruz. Onun içindir ki, gençlerimizin katilleri adalet karşısına çıkartılmıyor. Bizler, adalet istiyoruz ve vazgeçmeyeceğiz.
İbadethanemiz olan Cemevlerimize ve canlarımıza yapılan bu saldırıların failleri Aleviler tarafından bilinmektedir. Aleviler bu oyunların ve karanlığın farkındadır. Aleviler bu ülkenin barışı huzuru için vardır. Aleviler eşit yurttaşlık istemektedir. Aleviler ortak vatanda kardeşçe barış içerinde bir arada yaşama koşullarının geliştirilmesini istemektedir.
Devlet-hükümet ise bölücülük, ayrımcılık yapıyor, Erdoğan, çok açık söylüyoruz ki iç çatışma istiyor. Toplumu daha fazla kamplaştırarak buradan tabanını tahkim etmek suretiyle güç devşirmek istiyor. Hükümeti uyarıyoruz! Elinizi Alevilerin üzerinden çekin.Aleviler, demokratlar solcular, vicdan sahibi sünni yurttaşlarımız sizin yaratmak istediğiniz karanlığın farkındadır. Bu karanlığa karşı aydınlıktan yana, laik, çağdaş, evrensel hak ve özgürlükleri savunan tüm kesimlerle el ele omuz omuza olduğumuz bilinmelidir. 25.05.2014
Saygılarımızla
Adana Demokrasi Platformu adına
Mikdat ÖZTÜRK
Alevi Bektaşi Federasyonu
(Bölge Sorumlusu)
ABF-AKD-HBVAKV-PSAKD-KESK-DİSK-TMMOB-TAB. ODASI-İHD-EGİTİM İŞ-AKAD-ASDA-AKYED-KAYDER-ŞAKİRPAŞA CEMEVİ-DERSİM. DER-VARTO. DER-CHP-HDP-BDP-TKP-ANADOLU DER
Soma'da yaşanan elim kazayı protesto etmek için Adana'da Atatürk parkında toplanan Sendika, Sivil Toplum kuruluşları ve siyasi partiler Atatürk parkında toplanan yaklaşık 7000 kişi Atatürk caddesinden İnönü caddesi ve çakmak caddesine kadar yürüyüp çakmak caddesinde TÜRK-İŞ 4 BÖLGE, DİSK BÖLGE, KESK ADANA ŞUBELER PLATFORMU, BİRLEŞİK KAMU İŞ, TMMOB ADANA İKK ve ADANA TABİP ODASI adına basın açıklamasını KESK Adana Şubeler Platformu Dönem sözcüsü Dr. Tekin MÜJDE ve TMMOB İKK Sekreteri Hasan Emir KAVİ ortak yapmışlardır.
KAZA ve KADER DEĞİL KATLİAM! UNUTMAYACAĞIZ, AFFETMEYECEĞİZ!
Yüreğimiz yanıyor! Türkiye işçi sınıf Soma’da yitirdiği arkadaşlarının anısı önünde ayağa kalkıyor.
Sadece işçiler değil tüm Türkiye halkı, onların anısını yaşatmak, yakınlarına başsağlığı dilemek, Soma’nın acısını paylaşmak ve sorumlulardan hesap sormak adına bugün işyerlerinde, sokaklarda, meydanlarda bir araya geliyor.
Soma’da yüzlerce işçinin can verdiği katliam bu ülkede biraz olsun vicdanı olan, bir az olsun onuru olan herkes için bir milat olacaktır. Türkiye işçi sınıfının iş cinayetlerine, güvencesiz çalıştırmaya karşı sabrı kalmamıştır.
Çünkü biz biliyoruz ki bu katliam “kaza” ile olmamıştır. Ve yine çok iyi biliyoruz ki önceki cinayetlerde olduğu gibi işçi kardeşlerimizin ölümü kader değildir. Özelleştirme ve taşeronlaştırma politikalarını hayata geçirenler Soma’da yaşananların başlıca sorumlularıdır.
Yıllarca kamu eliyle üretimin yapıldığı madenler, özel sektöre devredildikten sonra iş kazalarında patlama yaşanmıştır. 2002 yılından 2011 yılına kadar kömür madenlerindeki iş cinayetleri yüzde 40 artmıştır. Bunun nedeni özelleştirmedir, taşeronlaştırmadır, maliyetleri düşürmek için işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin savsaklanmasıdır, TTK bünyesinde çalışan işçi sayısının üçte bir oranında azaltılmasıdır.
Bu dönüşüm sayesinde Soma’da katliamın yaşandığı işletmenin patronun övündüğü rakamlar ortaya çıkmış, kömürün tonunun maliyetini 130 dolardan 23 dolara düşmüştür. Bunun tasarrufun bedeli de yüzlerce işçinin ölümüyle ödenmiştir.
Özelleştirme ve taşeronlaştırma politikaları sonrası Türkiye ölümlü maden kazalarında Avrupa’da birinci sıraya yükselmiştir. Dünyada ise bu alanda ilk üç sırada yer alan Türkiye maalesef bu sene birinciliği kimseye kaptırmayacaktır.
Tüm bu gerçeklere rağmen iktidar partisi Soma’daki iş cinayetlerinin araştırılması için 6 ay önce verilen bir önergeyi ısrarla gündeme almamış, alınca da reddetmiştir. Bu önergeyi 2 hafta önce reddedenler Soma’da ölenler için TBMM’de saygı duruşunda bulunmuşlardır.
Daha da acı tarafı, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Soma’yı ziyareti sırasında yazılı olarak herkesin bulabileceği bu önergenin Soma ile ilgili olmadığını söyleyebilmiştir. Bu ülkeyi yöneten bir insanın bu kadar acıdan sonra doğru söylemesini beklemek yurttaşların en temel hakkı değil midir?
Yapılan uyarılara rağmen Soma’da bu tür iş kazalarından kurtarılan işçilerin tedavisine dönük devlet tarafından yapılmış özel bir sağlık birimi kurmayanlar, hastanelerde yanık ünitesi açmayanlar hiçbir sorumluluk duygusu hissetmemektedir?
İş sağlığı ve güvenliği yasasıyla bu alanı da piyasaya devreden, denetimi yapanın işverenden maaş aldığı bir sistem kuran, yine tüm uyarılarımıza rağmen bu alandaki denetim yetkisini bağımsız emek ve meslek örgütlerine vermeyi reddedenler, hiç mi vicdan azabı çekmemektedir.
Görünen o ki vicdan ve sorumluluk gibi paraya çevrilemeyecek duyguların bu ülkeyi yönetenler için bir anlamı kalmamıştır. Bu nedenle sadece üzgün değil öfkeliyiz. AKP iktidarının katliam sonrası yaptığı açıklamaların yaramıza tuz basmaktan farkı yoktur.
Madende çalışan işçi sayısını bilmeyen iktidar sözcülerinin alelacele “işletmede her türlü önlem alınmıştı” diye açıklama yapması öfkemizi büyütmüştür.
15 yaşında çocuğun ölüm haberinin geldiği madenle ilgili "mevzuata aykırı durum” olmadığını açıklayan Çalışma Bakanlığı, basitçe bir “gaf” yapmamış, fiilen o görevin gereğini yapmayacağını ilan etmiştir.
Daha önceki cinayetlerin ardından “Bu mesleğin fıtratında ölüm vardır” diyerek yeni katliamları meşrulaştıran hükümet üyelerine, Soma’da Başbakan da katılmıştır. 19’uncu yüzyıldan, 20’inci yüzyıl başından örnekler veren Başbakan’a 21. Yüzyılda olduğumuzu hatırlatmayı bir borç biliriz. “Hedef 2023” diye yola çıkanların 1862’deki bir kazayı örnek göstererek “Bu işin fıtratında var” demesi ülkemizin içinde bulunduğu tabloyu gayet net özetlemektedir. Bu ülkenin 70 milyon insanı, teknoloji bu kadar gelişirken insana değil ölüme yatırım yapan bir anlayışı hak etmemektedir. .
Soma’da yitirdiğimiz işçilerden bize kalan sadece acı değil böylesi katliamların yaşanmaması için mücadele görevleridir. “Kader”, “fıtrat” diyerek sorumluluklarını unutturmaya çalışanlara ilan ediyoruz ki unutmayacak, güvenceli iş ve insanca yaşam hakkımız için mücadeleyi büyüteceğiz.
Siyasi iktidar sorumluluktan kaçamayacak ve şu taleplerimizi karşılamadığı müddetçe yeni katliamların da sorumluluğunu üstlenecektir:
1. İş cinayetlerinin artışına neden olan taşeron çalıştırma derhal yasaklamalıdır.
2. 2.Özelleştirildikten sonra seri cinayetlerle gündeme gelen tüm madenler derhal yeniden kamulaştırmalıdır.
3. 3.İşçi sağlığı ve iş güvenliğini piyasaya devreden iş güvenliği yasası kaldırılmalı, tüm denetim yetkisi emek ve meslek örgütlerine verilmelidir.
4. 4.Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı derhal istifa etmelidir.
Emek ve Meslek Örgütleri olarak tüm işçi sınıfını, emekçileri ve emek dostlarını, Soma’daki işçi kardeşlerimiz için, güvenceli iş ve insanca yaşam hakkımız için ayağa kalkmaya çağırıyoruz.
Unutmayın ki bugünkü eylemimiz sadece bir başlangıçtır! Yukarıdaki taleplerimizin karşılanması Soma’da yitirdiğimiz işçi kardeşlerimize ve gelecek nesillere borcumuzdur.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur 15.05.2014
TÜRK-İŞ 4 BÖLGE,
DİSK BÖLGE,
KESK ADANA ŞUBELER PLATFORMU,
BİRLEŞİK KAMU İŞ,
TMMOB ADANA İKK,
ADANA TABİP ODASI
Soma’da yaşanan bir kaza değil, açık bir iş cinayetidir!
Bir avuç kömür için bir ömür veren maden işçilerini saygıyla anıyoruz!
Manisa’nın Soma İlçesi linyit kömürü üretimi yapan Soma Holding’e bağlı Soma Kömür A.Ş’ye ait bir ocakta meydana gelen trafosu patlaması sonucunda 200’ü aşkın işçi hayatını kaybetmiş, 100’ü aşkın işçi yaralanmıştır. Soma’da yüzlerce işçinin canına mal olan patlama bir kaza değil, yeterli iş güvenliği tedbiri alınmadığı için göz göre göre gelen bir iş cinayetidir.
12 yıllık AKP iktidarı döneminde iş cinayetlerinde 12 bini aşkın işçi yaşamını yitirmiştir. Soma’da yaşanan katliam, bugüne kadar yaşanan iş cinayetlerinin en son ve en acı halkası olmuştur.
Türkiye’de her yıl maden ocaklarında onlarca işçi iş cinayetine kurban gitmesine rağmen bugüne kadar yaşanan ölümler karşısında hiçbir önlem alınmamış, göstermelik denetimler yapılmış, madenlerdeki çalışma koşulları ile ilgili en temel sorunlar göz ardı edilerek, katliam gibi cinayete resmen davetiye çıkarılmıştır.
Soma’da yaşanan iş cinayetinin temel nedeni, yıllardır bütün itirazlara rağmen ısrarla hayata geçirilen özelleştirme ve taşeron çalıştırma sisteminin resmi devlet politikası haline getirilmesidir. Bugüne kadar yaşanan işçi cinayetlerinde olduğu gibi, son olarak Soma’da meydana gelen katliamın sorumlusu güvencesiz çalıştırmayı yaygınlaştıran, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri almayı maliyet unsuru olarak gören patronlar ve AKP Hükümetidir.
29 Nisan’da üç muhalefet partisi Soma’daki maden ocaklarının araştırılması için ortak önerge vermiş, ancak söz konusu önerge AKP tarafından reddedilmiştir. AKP hükümetinin 2012’de çıkardığı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası’nın kâğıt üzerinde kaldığı, gerekli denetimlerin yapılmadığı, üstelik bu denetimleri yapması gereken hükümetin, madenlerin denetlenmesi ile ilgili önergelerini reddettiği düşünüldüğünde, Soma’da yaşanan cinayetin asıl failinin kim olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
Maden işçileri her yıl bir avuç kömür için bir ömür verirken, yaşanan cinayetleri “kader”, ya da “takdir-i ilahi” olarak açıklayıp, ölenlerin ailelerine sadece “rahmet” dilemek, özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamalarında ısrarcı olmak yeni iş cinayetlerinin, yeni katliamların yaşanmasına davetiye çıkarmak anlamına gelmektedir.
Eğitim Sen Merkez Yürütme Kurulu olarak Soma’da yaşanan iş cinayetinde yaşamını yitiren işçi kardeşlerimizin ailelerine başsağlığı diliyor, göz göre göre yaşanan bu katliamın bütün sorumlularının hesap vermesini talep ediyoruz.
Soruşturma, Sürgün ve Görevden Alma Girişimleri
Bizleri Haklı Mücadelemizden Yıldırmayacaktır!
Değerli basın ve kamuoyuna
Eğitim Sen ve KESK’e bağlı sendikaların üyeleri, yıllardır sendikal hak ve özgürlükler mücadelesi sürecinde pek çok kez baskılara, cezalara, soruşturma ve sürgünlere, hatta görevden almalara maruz bırakılmış, siyasi iktidarın yıldırma politikaları ile hizaya getirilmeye çalışılmıştır.
Eğitim Sen üye ve yöneticilerine yönelik olarak, sendikamızın mücadele tarihiyle yaşıt hale gelen baskılar, son yıllarda KESK ve bağlı sendikalara yönelik olarak çeşitli tarihlerde başlatılan yıldırma operasyonları, gözaltı ve tutuklamaların ardından daha da şiddetlenmiştir.
Bu dönemde özellikle Gezi direnişi sürecinde ülke çapında başlatılan “cadı avı”nın bütün hızıyla sürdürülmesi dikkat çekicidir. AKP’nin ideolojik çizgisinde siyasallaşmış idari makamların disiplin soruşturmaları, verdikleri sürgün ve görevden alma kararları bizler için ne ilktir, ne de son olacak gibi görünmektedir.
İlimizde 4-5 ve17 Haziran 2013 tarihlerinde temel taleplerimiz ve gezi direnişine destek amaçlı yapılan iş bırakma eyleminden dolayı yaklaşık 140 üye ve yöneticimize soruşturma açılarak ifadelerine başvurulmuştur. İfadeleri alınan üyelerimize il teftiş kurulu eylemleri sendikal faaliyet kapsamında değerlendirerek ceza vermeyince, Adana Valiliği tarafından teftiş kurulu başkanını görevden alarak soruşturmayı yeniden başlatılmıştır.
Stajer öğretmenliğin 2 yıla çıkarılması ve öğretmenliğe geçiş süresinin sözlü sınava bağlanması, tüm idarecilerin görevden alınıp valiliklerce hiçbir kural olmadan idareci belirleme uygulamalarına karşı 26 Şubat 2014 tarihinde yapılan 1 günlük iş bırakma eylemine katılan üye ve yöneticilerimize Adana İl Milli Eğitim Müdürlüğünce soruşturma açılmıştır.
Adana’da 2911 toplantı ve gösteri yürüyüşüne muhalefetten Emek ve Meslek örgütlerinin de içinde olduğu 20 arkadaşımıza 10. Asliye ceza mahkemeleri tarafından açılan dava beraat ile sonuçlanmasına rağmen, savcılık karara itiraz ederek yerel mahkemenin almış olduğu kararı Yargıtay’da bozdurmuştur.
Son dönemde gerçekleştirilen operasyonlarla gözaltına alınan ya da tutuklanan sendikamız üye ve yöneticileri yürüttükleri kamu göreviyle ilgili hiçbir suçlama yöneltilmediği halde, haklarında disiplin soruşturmaları başlatılmıştır.
KESK’e bağlı sendikalar içinde en fazla yargılanan üyesi olan Eğitim Sen üyeleri hakkında, değişik illerde eş zamanlı olarak disiplin soruşturması başlatılmış olması dikkat çekicidir. Soruşturma sonucunda bazı illerde ‘uyarma’ veya ‘kınama’ cezaları önerilirken, bazı illerde ‘kademe ilerlemesinin durdurulması’ bazı illerde de ‘devlet memurluğundan çıkarma’ cezası önerilmiştir. Bazı illerde soruşturma sonucunda disiplin cezaları yanında sendika üye ve yöneticilerinin görev yerlerinin de değiştirilmesi, yani sürgün edilmesi önerilmiş ve bazı arkadaşlarımız için sürgün kararları alınmıştır.
En temel sendikal faaliyetlerin bile suç sayıldığı, örgütlenme ve ifade özgürlüğünü önemseyen, savaşlar karşısında barışı savunarak demokratik tepkilerini gösteren üye ve yöneticilerimizin son derece keyfi gerekçelerle sürgün edilmesi, görevden alınmak istenmesi hangi “ileri demokrasi” anlayışına, hangi adalete, hangi hukuka sığmaktadır?
Eğitim Sen üye ve yöneticilerinin hemen her faaliyeti yeni hak ihlalleri ve sürgünlerle sonuçlanmaya başlamış olması dikkat çekicidir. Bu durum, aynı zamanda, AKP hükümetinin önünde diz çökmeyen, ona biat etmeyen KESK ve KESK’e bağlı sendikalara yönelik bir gözdağıdır. Sendikal özgürlükler, demokrasi ve barış mücadelemizi abluka altına alarak bizleri yolumuzdan döndürmek isteyenler, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar başarılı olamayacaklardır.
KESK’e bağlı sendikaların üye ve yöneticilerine karşı uygulanan sürgün ve cezaların son dönemde artmış olması bize göre kesinlikle rastlantı değildir. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde ülkenin dört bir yanında emek ve demokrasi güçlerine karşı gerçekleştirilen gözaltı ve tutuklamalar ile hukuksuz bir şekilde idari kararlarla gerçekleştirilen sürgün ve cezalandırmaların nedeni bize göre aynıdır.
AKP, her konuda olduğu gibi, demokrasi ve özgürlükler konusunda da sadece kendine demokrat, kendine özgürlükçüdür. Kendisi gibi düşünmeyen, zulme karşı boyun eğmeyen herkes bugün siyasi iktidarın hedefi haline gelmiştir. Böylesine büyük bir abluka ortamında geri adım atmamız, savunduğumuz ilke ve değerlerimizden vazgeçmemiz asla mümkün değildir.
Buradan AKP hükümetine, Milli Eğitim Bakanlığı’na ve siyasi iktidarı temsil eden diğer yetkililere sesleniyoruz: Bizler, bugüne kadar olduğu gibi örgütlü mücadelemiz ile bu kuşatmayı kırmaya kararlıyız. Soruşturma, sürgün ve cezalandırmalara karşı bugüne kadar sürdürdüğümüz örgütsel ve hukuksal mücadelemiz bundan sonra da aynı kararlılıkla sürecektir.
Bugüne kadar mücadelemizi engellemeyi başaramadığınız gibi, bugünden sonra da başaramayacaksınız.10.05.2014
Ahmet KARAGÖZ
Eğitim Sen Adana Şube Başkanı